SOSYAL MEDYA GÜNCESİ

7 Haziran 2017
İlk günün şansına, kendini “şairler loncası!”nın kralı sanan sanal bir arkadaş düştü. Bu sanal arkadaş kimi kez ad vererek kim kez (ve çoğunlukla) ad vermeden edebiyata ve özellikle şiire kendince nizam vermeye çalışıyor; ya sağa sola ağır sövgüler savuruyor (sanıyorum, özellikle krallık’ını sorguladıklarını sananlara) ya da eften püften dersler vermeye çalışıyor. Kıymeti daha çok yazdığı şiirlerden değil yönettiği birkaç dergi ve yayınevinden menkul bu sanal arkadaş, kurduğu edebiyat dükalığındaki erkini genele yaymak için uğraşıp duruyor. Gören duyan ama bilmeyen biri şiiri (ve edebiyatı) ondan iyi bilen olmadığını ve onu Türk şiirinin zirvelerinde sanacak. Edebiyat yayını dünyasındaki gücü yüzünden aldığı ödüller ve bol bol yalakça övgüler var; ancak ortada bu ödül ve övgüleri hak edecek ne şiir ne şari var; yalnızca tecimen var.
Kanımca bu sanal arkadaş Türk şiirine (dolayısıyla edebiyatına) önemli katkılarda bulundu. Özellikle yaşlı yazar ve şairlerle yaptığı röportajlar, türlü alanlarda çıkardığı konulu kitaplar, yaptığı söyleşiler, özveriyle çıkardığı dergiler saygıyı ve övülmeyi hak ediyor.
Ancak, verdiği zararlar da katkıları kadar büyük: Öncelikle bu sanal arkadaş Türk şiirinde at izinin it izine karışmasına yol açtı. Birçok değersiz kitabı (o bunlara “şiir kitabı” diyor) para karşılığı yayımlayarak değerliyle değersizi yarışmaya zorladı. Bilindiği gibi, “Kötü şiir, iyi şiiri her zaman kovar.”. En azından başlangıçta böyledir bu. Kötü şiirin egemen olması diye bir şey olur mu? Bence olur. İyi şiir aynı zamanda nazlıdır, utangaçtır ve çekingendir; bu nedenle pervasız ve arkasını paraya dayayan kötü şiirin egemen olduğu bir şiir dünyasına kolay kolay giremez; küser. Kapitalist ilişkilere fazla direnemez; çünkü kötü şiir her yoldan kendini gündemde tutar, değil mi ki kapitalist sistemde “paranın satın alamayacağı hiçbir şey (elbette şair ve şiir de) yoktur; dahası gündemi bile satın alır.
Kuşkusuz “parayla kitap basma” garabetini bu sanal arkadaş başlatmadı; sağda solda utangaç duyurular görür ve gülerdik önceleri. Bu para tuzağına düşen şiir heveslisi genç arkadaşlara üzülür, tiye alırdık onları. Bu sanal arkadaş, kapitalist sistemin keşfettiği para kazanmanın bir yolu olan, bir tür yeraltı ticareti gibi başlayan bu keşfi keşfederek resmileştirdi ve edebiyat ve şiir dünyasının içine bir bomba gibi fırlattı. Bu yolla para kazanılabildiğini gören başka “şairler”, ardından küçük ve daha sonra da kimi büyük yayınevleri asıl yayınevinin yan kuruluşları olana yavru yayınevleriyle bu işe atılıp olayı büyütüp çığırından çıkardı.
Büyük yayınevleri bu günahkâr işi asıl ünlü yayınevlerine bulaştırmamak için abidik gubidik adlarla yan yayınevleri kurdular. Herkesin bildiği bu günahı, kim bilir hangi tecimsel kaygılarla herkesten saklamak istediler. Ama, devekuşu gibi kıçları açıktaydı. Daha beterini söyleyeyim, yalnız bu iş için kurulmuş kimi yayınevleri, ayrıca şiir ve edebiyat dergileri de çıkararak parayla kitaplarını bastıkları “yazar” ve “şairleri”ni parlatma, cilalama yoluna gittiler; Türkiye’nin her yerinde pıtrak gibi çoğalan dandik ödülleri (Ki çoğunda bunlar jüri üyesidir, hatta bu ödülleri bizzat kurmuşlardır.) kendi “şair” ve “yazarları”na vererek “müşterileri”ne her tür doyumu tattırdılar.
Kuşkusuz bu durum, Türk şiirindeki estetik dengeyi de alt üst etti: İyi’yle kötü, güzel’le çirkin yer değiştirdi. Üç kitap okumuş zıttırı bıttıklar edebiyatın başına allame kesildi. Onu kötüler, şunu küçümser, bunu aşağılar, öbürüne had bildirir, diğeriyle aylay eder vö.; böylece, sarmaşıkla kavak masalında olduğu gibi cılız ve kısır dünyasını kavakla yarıştırır, dahası onu küçümseyerek onunla alay eder oldular.
Şimdi, bu sanal arkadaş diyor ki, “İyi şiir yerini bulur, kimse merak etmesin.”; oysa şiiri kapitalist ilişkilere kurban ettiğinde şunu da öngörmek zorundasın: Kapitalizm önce gereksinim yaratır, sonra ona uygun ürünü sunar: Bu “moda” aracılığıyla gerçekleşir. Moda ne kadar hızlı değişirse kapitalist o kadar çok para kazanır. Dolayısıyla şiiri kapitalist ilişkilere teslim ettiğinde kalıcı şiir yaratmak çok zordur, yaratılan da pazar bulamaz; çünkü o modaya uymaz. Bu kısırdöngüden çıkmak olası değildir. Kapitalizmin artıklarından nemalanan bu sanal arkadaş, istediği kadar sol veya demokrat bir damardan geldiğini söylesin, artık kapitalist sistemin küçük bir çarkı, dahası utangaç bir sözcüsü olmuştur. Ve elbette olan Türk şiirine, edebiyatına ve gerçek şaire olmuştur. Daha kötüsü, bunun geri dönüşü de yoktur; kapitalist sistemin yok edilmesinden başka da bir çözüm.
Önemli Not: Bu “sanal arkadaş” tek bir kişi değildir; edebiyatın ve şiirin içine yuvalanmış bir kişiler, kurumlar ve kuruluşlar bileşkesidir.

8 Haziran 2017
Dün yazıp sayfama koyduğum kısa metin hemen hemen hiç ilgi görmedi; bu kadarını beklemiyordum; ancak buna pek de şaşırmadım açıkçası. Anlıyorum, şiir okur ve yazarlarının çoğu önemsemedi; çünkü yazan bilindik bir ad değil. Sözünün dinlenmesi  için sözü geçen, saygın bir ad olman gerek. Ancak, bir bölüm izlerkişi daha var ki, onlar okudu. Bu bölümü kendi arasında üçe ayırıyorum: Okuyup beğenmeyenler veya yazılanları nitelikli ve önemli bulmayanlar; yazının zülfüyâre dokunduğunu düşünüp neme lazım ben bulaşmayayım, kim bilir yarın bu iktidar odaklarına işim düşer ve mimlenirim kaygısı duyanlar; ve elbette bizzat dün sözünü ettiğimiz iktidar odacıklarını temsil edenler ya da şu ya da bu biçimde o ikitidar odacıklarına bulaşmış olanlar. 
Elbette, bu türden bir metni dolaşıma süren ilk ben değilim, olasılıkla son da olmayacağım. Ancak, benden öncekilerden farklı olarak ben dışarıdan gazel okuyorum. Çünkü, hemen hemen ta baştan beri şiir ortamının içinde yoğun olarak bulunmadım, ancak şöyle bir dokunup geçtiğim zamanlar oldu, özellikle gençliğimde. Kaldı ki yoğun olarak şiir yazıp bunları sürekli dergilere postalayan biri de değilim. İşte tam bu nedenle kendimi "hakkı yenmiş acınası bir şair" olarak filan duyumsamıyorum: Ne katarsan aşına o gelir kaşığına,  değil mi? Dolayısıyla, daha nesnel bakabiliyorum diye düşünüyorum olup bitenlere. Zaman zaman şiir yazan bir "edebiyat öğretmeni" olarak hiçbir zaman ne okumaya yazmaya ne bilime ne tarihe ne felsefeye ne mitolojiye ne toplumbilime  ne estetiğe vö. uzak durdum. Yaşamım, ailemin ekmeğini kazanmaya çalışmanın dışında hep yukarıda saydıklarımla iç içe geçti. O yüzden kendimi ne "hakkı yenmiş" ne "kalık" duyumsuyorum.
İlk gençlik ve gençliğimde şiir benim olmazsa olmazımdı; şiirle yatar şiirle kalkar ve günlerimi "o büyük şiir"e hazırlanmakla geçirirdim. Ancak, bu konuda defolarım da vardı: Önceliği iyi bir temel eğitim alamama veriyorum. Kısa sürede meslek sahibi olmam gerektiği için meslek lisesi okumak zorunda kaldım ve 19 yaşında memur oldum. İyi bir eğitim alamamanın yanı sıra yabancı dil eğitimi de alamadım. Ardından çok zor koşullarda üniversite okudum ve okuduğum kitapların önemli bir bölümünü çalarak edindim. İkinci defom, üniversiyeti bitirdikten sonra yeniden çalışmak zorunda kalmam ve edebiyatın yaşamımda ister istemez yine ikinci plana düşmesidir. Anadan atadan hiçbir şey kalmadığı için, evlenip bir de çocuk sahibi olduktan sonra ekmek parası için didinip durduk. Bu arada edebiyatla uğraşmak sanki lüks olmuştu benim için. Ama şunu söyleyebilirim ki ne edebiyatı ne de şiiri izlemeyi bıraktım; ayrıca az da olsa gizli gizli bir şeyler karaladım. Üçüncü defomu da buraya açıkça yazıyorum: Asosyal, utangaç, kısmen otistik bir kişiliğe sahibim; bu, edebiyat, şiir mahfillerine girme, dergilere/yayınevlerine gidip gelme, şurada burada şairlerle, yazarlarla, sanatçılarla oturup söyleşme konusunda beni ketledi. Sanırım beni yirmi sekiz yaşından beri (56 yaşındayım) "ortamlar"da gören pek yoktur. E doğallıkla, az çok bilinirliğim vardıysa bile, unutuldu. O zamanlardan beri ne dergilere şiir gönderdim (bunun istisnaları var) ne ödüllere katıldım. Oysa, yeni edebiyat düzeninde sen ben bizim oğlan sistemi geçerli, ben sana hayran sen cama tırman; ilişkilerde, ortamlarda yoksan şair olarak da yoksun demektir.
Bütün bu zırvalıkları niye yazdım? Dünkü metni okuyan az sayıda kişi benim karın ağrım olduğunu, ödüllerden ters yüz edildiğimi, dergi ve yayınevi kapılarından çevrildiğimi sanabilir. Türk şiirinin yatağını değiştirecek, çağ kapatıp çağ açacak, büyük bir şiir yazıyorum da beni engelliyorlar gibi düşünmedim hiç. İnsan,  gençlikte böyle düşler kurabiliyor, gözükara savlarla ortaya çıkabiliyor (Bence, ayrıca  çok da gerekli bir dönem!). Ancak, sanırım oldukça dinginleştim ve çıtayı oldukça aşağı çektim. Yer yer, yazdıklarımın çocuğunun şiir olmayabileceğini bile düşünüyorum. Dünkü metni yazma amacım kıskançlık filan değil, en çok  kafa yorduğum alanla kapitalizmin ilişkisine değinmekti.

Benim dar çevremde şair olduğumu düşünenler var, evet. Ama ne ben kimseyi sıkboğaz edip şiir diye yazdıklarımı okumaya zorluyorum ne de onlar aslansın kaplansın diyerek benim gazımı alıyorlar. Ancak, beni böyle düşleyen dün sözünü ettiğim Sanal Arkadaş'tan bu konudaki tek farkım şu: Onun ailesinin yanında pek de içten olmayan, (gücü dolayısıyla) bir sahte okur çevresi var aslansın kaplansın diyen. Bu sanal arkadaş her kral gibi soytarıların sahte ve zorunlu yapılan övgülerini gerçek sanıp "artık oldum" havaları atıyor. Özbeğinisi o kadar gelişmiş ki bu Sanal Arkadaş'ın; "Benden büyük  yaşayan Türk şairi yok!" anlamında, yaşarken kendi hakkında kitaplar yayımlıyor/yayımlatıyor. Ben böyle bir garabet ne duydum ne gördüm ne okudum. "Edeb" sözcüğü resmen yerlerde sürünüyor.

15 HAZİRAN 2017
Sevgili Soysal Amca,
Yine seninle ilgili bir şeyler istediler Soysal Amca; bilmem bir kitap için, bilmem bir dergide özel sayı için. (Yeni öğrendim ki yine bir kitap hazırlayacaklarmış seninle ilgili; şiir kitaplarınla birlikte basacakmış ünlü bir yayınevi. Yoksa, dedim, Soysal Amca ben de mi intihar etsem?! ).Oysa ben, seni içimde derin bir yerlere gömdüğümü, senden en azından görünüşte kurtulduğumu sanırken birileri kabuğu koparıp yaramı kanatmayı sürdürüyor.
Bu arada baktım da, inanılır gibi değil, sen bizi koyup gideli yirmi üç yıl (4 Eylül 1994) olmuş. Seninle geçirdiğimiz son yıl inanılmaz acılarla doluydu, biliyorsun; kendini ayağın yere değecek biçimde kalorifer borusuna asıp ölmekte ne kadar ısrarlı olduğunu göstermen ise bütün o acıların üstüne tuz biber ekti bizim için. Oysa sen, yaşamla ölüm arasında uzun süre sallanıp o korkunç bitişi yaşadıktan sonra tüm o yoğun acılara karşı bir utku kazandın. Biz ise, senden sonraya kalan biz ise, senin yaşadığın ve senden kalan acının dehşetiyle bir gölge gibi dirimsel varlığımızı sürdürüyoruz hâlâ.
Oldukça içine kapanık yaşayan ben, elbette senden kalanları (çocuğu ve kadını) arayıp sormadım hiç. Zaman zaman onlarla ilgili sağdan soldan duyumlar alsam da üstünde durmadım, kısmen de (küskünlüğüm nedeniyle) görmezden geldim. Kuşkusuz, acılarını ve son büyük kararını özellikle “kadın”a bağlasam da, bunların yeterli olmadığını; özellikle siyasi geçmişinin, cezaevi yaşantısının, kendinde bulduğun fiziksel kusurun ve sonraki us almaz yoksulluğunun, ayrıca dilim varmıyor ama, şiirde yaşadığın sıkıntıların bileşkesinin acılarına ve o dramatik sonuca yol açtığını anlayabiliyorum. Bunları ve daha başkalarını ortak arkadaşlarımızla uzun uzun konuştuk, çözümlemeler yaptık. Bunları ve çoğunu senin için daha önce yazdığım iki yazıda dile getirdim: Soysal Amca Kendini Astı (Varlık, sayı 1045, Ekim 1994; Bir Katılaşma Denemesi (İntihar Şairleri, Varlık Yayınları) Bunları söyleyebilmekle birlikte her intiharın kendine özgü olduğunu, ele geçmez dile getirilemez nedenleri olabileceğini de bilmiyor değilim; dahası, her ne kadar yıllarca dertleşmiş olsak da, son bir yılı hemen hemen birlikte geçirmiş olsak da, son üç dört ay boyunca intiharını elbirliğiyle ilmik ilmik dokumuş olsak da senin gibi bir bireyi anlamanın o kadar kolay olmayabileceğini, bunun beni aşabileceğini de biliyorum.
Neyse bunları çoktan geride bırakmış olmalıyım aslında ben. Aslında, artık senden sanat yapıtları çıkarmalıyız ki seni sonraki kuşaklara ulaştırabilelim: Bilmem film olur bilmem roman bilmem şiir. Seni başka türlü yaşatmak ne kadar olası bilmiyorum. Biliyorsun şiirin özgün ve estetik bir tabana oturmamış, bir ses yakalayamamıştı. Kendine özgü bir şiir dili kuramaman, şiirini bir doruğa ulaştıramaman acılarının başında geliyordu. Bir yandan şiirden vazgeçemiyor bir yandan da bütün çabalarına karşın şiirini olgunlaştıramıyordun. Sağdan soldan eş dost övgüsü alsan da acı gerçeği sen çok iyi biliyordun. (Ki bunları ve daha çoğunu aramızda uzun uzun konuştuk.) Şiirin, kısır bir memleketçiliği ve siyasetçiliği aşamıyor, sulu sepkenlikten kurtulamıyordu. İşte bir bakıma sen, intiharınla şiirindeki bu sıkışıklığı da aşmayı denedin. Hâlâ, içinde katılaşıp urlaşan acıların bir yanının yaratma sıkıntısı olduğunu düşünüyorum.
Sevgili Soysal Amca, daha önceki yazılarımda parmak bastığım siyasette boşlukta kalman, yoksulluk, çirkinlik sendromu ve elbette taşıran damla aşk’ın yanında şiirde yaşadığın bu boğuntuyu da intihar nedenlerin arasında saymam gerekiyordu. Senin en yakın arkadaşlarından biri olarak diğer konuların yanında bunu da uzun uzun konuşuyorduk. Bu konuşmalarımızın önemli bir tanığı Uğur Amca’dır (Haydar Oğur). (Biliyor musun sen gittikten sonra da uzun süre arkadaşlığımız, dostluğumuz sürdü Uğur Amca’yla. Sonra ne olduysa oldu benden buz gibi soğudu ve yaşamından sildi beni ve sonra da ortadan yitip gitti. Oysa, bilemezsin nasıl özlüyorum ikinizi de; hem sizi özlüyorum hem gençliğimi Soysal Amca.)
Şimdilik bu kadar yazabileceğim. Belki sonra, kim bilir…

Yorumlar

İzleyici Neye Bakıyor?