SOYSAL EKİNCİ

İNTİHAR: BİR ÖZGÜRLÜK DENEMESİ
soysal amca kendini astı

Bu Dünya insan İçinliğini Yitirdi Artık
Bu dünya, insan içinliğini iyice yitirdi artık. Böyle bir cümleyi inanarak yazmak, çok acı veriyor bana. Acı veriyor, çünkü hiçbir imgesel yükü, hiçbir dolayımlı çağrışımı yok. Doğrudan yaşantımızı, yaşantımızdaki yeni, absürt bir dönemi imliyor. Böyle bir cümleyi inanarak kuran bir bireyi, hiçbir söylem, modern, modern öncesi veya modern ötesi hiçbir söylem kandıramıyor. Birey, az çok düşünen bir birey, var oluş nedenlerini yitirdi. Dünya, yaşam, bireyin egemenlik alanından, gözeriminden çıktı çoktan. Birey: bir hiç. Kanımca psikoloji (ve bütün yan alanları) inanılır değil artık. Sorunları karmaşıklaştır-maktan, birey için yeni bir yitme alanı yaratmaktan başka bir anlam taşımıyor. Yabancı-ılaşma son aşamada. Bütün iletişim noktaları bir bir kararıyor. Ölüm, ister istemez kendini bir seçenek olarak dayatıyor, zorunlu bir seçenek.
Bu Dünya İnsan içinliğini Yitirdi Artık
Umut, insanın kendini kandırması. İnsanın özü açısından, gelişme söz konuşu değil. Bana kalırsa, insanın özünün zedelenmesi, giderek yitmesi veya tersine bir ivme içine girmesi söz konusu. Nice çabalara, nice acılara karşın, birçok amaca asgari düzeyde de olsa erişilemedi. Biçim, içeriği yedi. Çünkü, bütün ilerleme ve gelişmeler insanın özüne karşıt gibi görünüyor. Umut, umutsuzluğu besledi. Araç, amacın yerine geçti. Çözümler karmaşıklaştıkça, çözüm olmaktan çıkıp sorunun ta kendisi oldu. Sanki, "İnsan insanın kurdudur." sözünü doğrulamak için yaşıyor gibiyiz. Bir kara delikteyiz ve herhangi bir ışık görünmüyor. Bunu ayrımsayan bilinç yaralanıyor; altındaki toprağın kaydığını, kendini sonsuz bir boşlukta duyumsuyor. Yaralı ve ayrımsayan bir bilinç, potansiyel özkıyımcı oluyor. Yaşamla ve dünyayla bağı, akışkan olmayan kılcal damarlarladır artık. Çarçabuk bu kılcal damarlardan biri öne geçip kemikleşebiliyor. Avuntu kalmıyor başka; neden kalmıyor varlığı sürdürmek için. Özne, salt bu damara yöneldiğinden, bu damarı da, amacıyla çelişmek pahasına, incitebiliyor. Aslında bu, son vuruşu tehlike çanının. Hayır, evet belki biraz duygusalım. Ama hoş görüyorum kendimi.
Bu Dünya Bizim İçınliğinı Yitirdi Artık
Aslında bir intiharın hiçbir açıklaması yoktur; veya sayılamayacak kadar çok nedeni vardır. Bir intiharın ardından yazı yazmak, doğrusu benim için çok beklenmedik. Çünkü,
kendim yıllarca potansiyel bir müntehir olarak yaşadım. Ama ben, hesabı şiire ve edebiyata kestim başlarda. Ardından, çarkın tersine dönmeye başladığını ayrımsadım; bu kez, şiirle ve edebiyatla aramı açtım. Kaçak dövüştüm yanı. Başlarda her şey cesa-retsizlıkti; şimdi ise, yaşıyor olmak kadar anlamsız buluyorum özkıyımı. Ama biz. Soysal Amca'yla(*) yaklaşık bir buçuk aydır bu psikozu yaşıyorduk. Olabilecek en yoğunlukta. Yine de, yine de, hiç hazır duyumsamıyordum kendimi böyle bir yazı için, hiç...
Bir Kuşak Kurban Vermeyi Sürdürüyor Hâlâ
Bir kuşak kurban vermeyi sürdürüyor hâlâ, kurban oluş biçimleri aynı olmasa da. Bir kuşağın dile sığdırılması zor trajiği bu. Bu kuşak, olamamış, ama kanayan bir toplumun
bağrında yeşerdi. Bu kuşak, bütünleyemedi kendini. Bu kuşak, aldığından çok, çok fazlasını vermek zorunda bırakılmış bir kuşak. Bu kuşak kafeslerin labirentlerinde, kendini anlatmaya utanarak büyüdü. Bu kuşak, bir kısırdöngüde, bilediği kamaları kendine yöneltti. Bu kuşak fetişler kurbanı. Bu kuşak, çözümsüz. Bu kuşak, anlatmışız. Bu kuşak, tuzla buz. Toplumumuzdaki hiçbir kuşağın yapısının bu kadar karmaşık, sonunun bu kadar trajik olduğunu sanmıyorum.
Bir Kuşak Kurban Vermeyi Sürdürüyor Hâlâ
Bir kuşak kurban vermeyi sürdürüyor hâlâ; çünkü yollar çıkmaz. Bu kuşak, önce, basit yöntemlerle çözülmesi olası çelişkiler yüzünden birbirine kıydı (Bunu söylemeyi sürdü-
receğim). Bu, tek başınaa ele alınabilecek bir trajikti zaten. Ardından, bir balyoz hare-katıyla hedef gözetilerek, taammüden ateş edildi üstüne. Dile sığmaz işkenceler, gözal-tında yitmeler ve darağaçları da bu kuşak içindi. Sonra, sonra ölüm oruçları geldi. Edebiyatın öcü görmüş gibi kaçtığı yine bu kuşaktı. Ve'ler, veya'lar, çünkü'ler anlamsız... Somut olarak söylersek, bu kuşağın yazgısı bir on yılda, 70–80 arasında ilmik ilmik örüldü.
Bir Kuşak... Bir Kusmak Kurban Vermeyi Sürdürüyor Hâlâ
Bir kuşak kurban vermeyi sürdürüyor hâlâ; çünkü içerik bulandı. Sonra çıktılar dışarı... Büyük umutlar, büyük düşlerle... çıktılar! Tehlikeli umutlar, tehlikeli düşlerle... Elle-
rinde, beyinlerinde, yüreklerinde patlayacak düşler ve umutlarla. Bu infilak duyulmadı pek, beklendiği gibi. Çünkü, yeni bir on yıl... Yeni bir on yılda başka bir senaryo konul-muştu sahneye. Bireyler gergedanlaşmış, insanın altı çizileceğine üstü çizilmişti. Gölgeler, yalıtılmış duvarlar arkasında (yıkılan duvarlara nazire olsun diye) anlaşılmaz, geçirimsiz, tıkız bir dansın artistleri. Kimsenin kimseyi duyacak dermanı ve olanağı kalmamış. Kale içten zapt edilmiş, bilince nüfuz edilmiş ve parçalanmış bilinç. Bilinç, paramparça bir aynadan izliyor olup biteni. Aslına bakılırsa, biraz da bu kusursuz senar-
yo, dünyanın az çok da olsa insan içinliğini yok etti... Bu kuşak, amaçları ve beklentile-riyle olan ve gerçekleşen arasında sıkışıp kaldı, sözcüğün en dolu en yoğun anlamında sıkışıp kaldı. Savruldu, parçalandı, toz olup uçuştu. Çok azı, belki çok azı bir yumuşak inişi denedi. Denedi de ne oldu: Herkes kendi trajedisine yargılı. Herkes üçüncü derece-den bir şeylere sarıldı. Soysal Amca bir kadına.
Kadın Erkeğin Cehennemidir
Kadın erkeğin cehennemidir, erkek de kadın için öyle midir? Hiçbir kadın hiçbir erkeğe, sözcüğün arı anlamında, âşık olmaz: Kadın âşıkça somut beklentilerine âşıktır. Erkek
ise bir kadında kendi yarattığı imgeye vurulur. Yaşamda kimse kimseyi salt o olduğu için sevmez. Ama, kendi uydurduğumuz yalanlara inanmak hoşumuza gider, bedelsizdir.
Kaldı ki, salt o olmak (veya ben olmak) olanağı yok somut koşullarda. İşin özü de, kimse o veya ben değildir. Bütün bunlara karşın Soysal Amca bir kadına sarıldı. Dedim ki ona, "Kadın erkeğin cehennemidir."; dedi ki bana "Ne fark eder, pervanenin ateşten başka nesi var!" Lanet o kadınlara ki, cehennemliğinin bilincindedir. Lanet o kadınlara ki, bu avantajlarıyla (İşte her şey bu avantajda düğümleniyor.) küçümserler. Hor ve kaba davranırlar, aşağılarlar her an kendini içine atmaya hazır olanları. Onlar dost mudur?! Kim, bardağı taşıran son damla olmayı ister? El cevap: Kadınlar. Çoğu, pek çoğu. Biraz insaflı davranırsak, en azından umurlarında değildir.
Kadın Erkeğin Cehennemidir
Soysal Amca bir kadına sarıldı, bir Kâbe, bir kıble, bir put, bir tapınç, dahası bir tanrı olarak. Bütün isteklerini, bütün beklentilerini, umutlarını ona yıkarak, ona yükleyerek. Ya kadın, bu kadar vefakâr, bu kadar cefakâr mıdır?! Peki kadın, bütün bunlara zorunlu, yargılı mıdır? Cehennemliğinden istifa edebilir mi kadın? Hayır, bence bu yapısal. Kadın, böyle… Hayır, bir intiharı asla indirgemek istemem. Biz bir buçuk ay bu intiharı pişirdik. Ne ben, ne kimse bir parça yaklaşabildik Soysal Amca'ya; bir profesyonel, alanının uzmanı bir profesyonel bile yaklaşamadı. Soysal Amca kendini bir kafese kapattı, elektrik verilmiş tel örgülerle çevrili. Ne kimse yanaşabildi, ne kendisi çıkabildi
içinden (çıkmak isteyip istemediği ise ayrıca tartışılmalı). Soysal Amca kıvrana kıvrana astı kendini. Ölünmesi zor bir yere astı ve kendi yüzünü örttü ölmeden önce, nasıl yap-tıysa! Kirli bir dünyaya atılan bir tokat gibi astı kendini. Gölgeler ordusunun bir bireyi olmayı beceremedi. Bütün sorulara görkemli bir yanıt olarak iki gün asılı kaldı: "SUS
diyorum kendime SUS, parmağım dudağımda" (Soysal EKİNCİ)
Hiç konuşmuyordu, 1991'de almıştı bu kararı. Ama, "Sadece ölüler konuşur bu ülkede SUSSANA" (Soysal EKİNCİ) Yani şimdi, bir geveze gibi konuşuyor, ölümüyle.
Soysal Amca'nın ölümü, kendi anlamını çok aşıyor. O, bir kuşağın trajedisinin tipik temsilcisi.
Tutku incitir, tutkunun doğası çakışmamaktır.
"Okyanus göğe aşıkmış/Hava değil su sanırmış/Bin yıllarca onun için/Nice gemiler batırmış/Ben okyanus sen gökyüzü/Çekip yerlere yağarsın/Çöllere hayat verirken/Beni kendimde boğarsın" (Soysal EKİNCİ) Soysal Amca'nın şiirlerini hiç bu gözle okumamış-tım. Meğer ne çok ilgilenmiş ölümle. Şiirleri baştanbaşa ölüm motifiyle örülü.
Soysal Amca Kendini Astı
Soysal Amca kendini astı tutsaklığının zincirini kırmak için. Evet, sözcüğün hem soyut hem somut anlamında bir tutsaktı o. Hangimiz değiliz ki! "Bir insanın özgürlüğü uğruna bin insanı acılara boğduğum için beni bağışlayın. Ardımdan ağlamayın. Soysal" (intihar Mektubu) Özgürlüğü ölümde aramak, bir düşünsel dizgenin iflası; en azından çağımız-
daki somut bireyde iflasıdır. Tuhaf, çok tuhaf! Hayat, ölümün alternatifi midir! Yokluk (adem) özgürlük olabilir mi! Bilimsel anlamda ölüm kaçınılmaz olabilir; felsefi anlamda
böyle değildir. Soysal Amca için hangisi doğru? Ben bilmem, tarih bilir: Üç şiir kitabı var.
Soysal Amca Özgürlüğüne(!) kavuştu; ya geride kalanlar?
YANİ BİZ!
Soysal Amca Kendini Astı: İpuçları
"Aşk, başka bir varlığa katışma çabasıdır. Bu bütünleşme ancak sevgiye boyun eğerek ve 'öbürü'nün de boyun eğmesini başararak mümkün olur. İnsanın kendini bütünüyle bir
şeye, ya da 'o bir başka kişiye' adaması zordur. Az kişi bunu başarabilir." (Derleyip Düzenleyen Soysal Ekinci)
"Bu acıdan kurtulmak için acının nesnesin! veya öznesini yok etmek gerekir." (Bir buçuk ay önce, bir intihar girişimi nedeniyle yattığı hastaneden çıkarken bana söylediği)
"Ben ölmüş olsam, kesin çok rahatlayacak; kurtulacak" (Kadının bana söylediği)
"Tek koşulum var (yaşamak için MK), o kadın benim istediğim koşullarda benimle olacak. Yoksa ya o ölecek, ya ben..." (Bana söylediği)
Bir Arkadaş: "Bu sorun ne olacak böyle?"
Soysal: "Bitecek, bitecek!" (Son gün, olasılıkla kendini asmadan birkaç saat önce)
"Bir mevsim daha çıktı hayatımdan acılarla
Bastırıyorum içimdeki ocağın narlanmış taşına dilimi
İmgelemimden gitmeyen duru dağ gölleri yerine
Kasvetli sular alıyor bedenimi" (Yıkıntılar Altında, Alan
Yay-, s.7. Soysal EKİNCİ)
Ve başkaları, ve başkaları, ve başkaları...
Bir kuşak kurban vermeyi sürdürüyor hala, kadın ise panzehir değil:



SEN BENİM ŞİİRİMSİN

Sen benim şiirimsin
Sen benim şiirim.
Ben senin
Alevli imgelerinde
Yanmayı bekleyen
Beyaz bir mum gibiyim.
Öyle pürüzsüzce
Süzülmeli ki ışığın karanlıkta
Yağlanıp kirlenmeden
Eriyip tükenmeliyim.

HOŞÇAKAL SOYSAL AMCA

“*” Kişisel yaşantımızda adı "Soysal Amca"ydı. Ben ona öyle derdim.

MUAMMER KARADAŞ

Varlık sayı 1045, Ekim 1994


BİR KATILAŞMA DENEMESİ: SOYSAL EKİNCİ

Gerçek şu ki, bütün ayrıntıları anımsayamıyorum. O günkü duygu durumundan ve kişilikten de ol-dukça uzağım. Onun yakınlarıyla herhangi bir bağım, belleğime de yeterince güvenim yok. Görüleceği gibi, böyle bir yazı için epeyce sorunla karşı karşıyayım; yani yeterince nesnel bir yazı olamayacak bu. Dahası, eskilerin deyişiyle bir “tarzı münasip” (uygun biçem) de seçmek zorundayım. Peki, bu yazıyı yazmak için doğru kişi ben miyim?
Soysal’ın, 1987’den önceki geçmişini bilmem. Yanılmıyorsam 1987’de, bir ödül töreninde Emirhan Oğuz (Soysal’ın deyimiyle “Ateş Hırsızı”) tanıştırdı bizi. (Emirhan’la da o gece tanıştım ve onu bir daha görmedim.)
Cağaloğlu’da, Belge Yayınları’nda dizgi yapıyordu. Orada yanına birkaç kez uğradım. Kazancının yetersiz olmasına karşın, umutsuz ve kötümser değildi: İçeriden çıkmıştı, kendince bir aile kurmuştu, kitabı yayımlanmıştı (kitabıyla ilgili yasal sorunlar yaşıyordu; ama, Soysal’ın bunu sorun ettiğine tanık olmadım.) vb.
Bir iki kez evlerine konuk olduk şimdiki eşim, o zamanki sevgilimle birlikte. Üsküdar’da, öldürül-müş bir devrimcinin eşi ve çocuğuyla yaşıyordu. Birbirlerine sığınmışlardı; “acılarını bal eyleyip” var olmaya çalışıyorlardı. Kadın, beden eğitim öğretmeniydi ve oldukça etkindi. Çocuk dört beş yaşların-daydı, Soysal’ı (baba olarak değilse bile) benimsemişti. Soysal, ilk kitabına bu kız çocuğunun adını ver-mişti. Onları, çölde bulduğu bir su gibi, yolunu yitirmişin gördüğü ışık gibi umutla seviyordu.
Beni kendi arkadaşlarından birkaçıyla da tanıştırdı. Çoğu eski yoldaşları veya hapishane arkadaşlarıy-dı. Bunlardan, destansı öykü ve şiirler yazan Haydar Oğur’la (İkisi de benden birkaç yaş büyüktü, bun-dan olsa gerek ona “Soysal Amca”, Haydar’a da “Uğur Amca” diyordum.) dost olduk ve bu dostluğu-muz uzun yıllar, sıkı denebilecek düzeyde sürdü.
Yanılmıyorsam biri kız, dört kardeştiler. Ailesi Pendik’te oturuyordu. Bir kezinde annesinin yaptığı nefis mantıları tattırmak için bizi, Pendik’in tepelerinde bir yerlerde yaşayan annesinin evine götürmüştü. “Ana”sına çok düşkündü. Onu sık sık ziyaret ediyor, onunla içten, tatlı söyleşiler yapıyordu. Anasının, daha sonra taşındığı (yine Pendik’te), bakımsız bir bahçenin içindeki (sanırım) ahşap, iki katlı evin giri-şindeki mum çiçeğini unutamıyorum. İlk kez mum çiçeği görüyordum; çiçek açmıştı ve bu çiçeklerden bir sıvı damlıyordu, gözyaşı gibi! (Son taşındığım ve şu an oturduğum kira evinde ikinci kez mum çiçeği gördüm. Küçük ve bakımsızdı. Üç yıl sonra, bu yıl çiçek açtı. Bu damlamayı daha iyi gözledim. On bir yaşındaki oğlum (Çağıl Ilgaz), çok şaştı: Çiçek; açmadan önce, açarken ve açtıktan sonra – yani üç durumda –aynı görüntüyü veriyordu.)
1987’de, yani Soysal’la tanıştığım yıl İstanbul’dan ayrıldım. Gelip gidiyordum; bu arada Soysal’la da görüştüğümüz oluyordu. 1991’e değin kesintisiz bir İstanbul yaşantım olmadı. Bu nedenle Soysal’ın yaşamındaki değişiklikleri adım adım izledim, diyemem. Ancak, sürekli iş arar durumda olduğunu, yani düzenli bir iş yaşamı olmadığını biliyorum. Çok çetin bir ekonomik savaş içinde olduğunu, yoksulluktan başını kaldıramadığını da. Götürü işler yapıyordu. Ya her zaman iş bulamıyor, ya yaptığı işlerin parasını düzenli alamıyordu. Alsa bile, kazancı asla yaşamını sürdürecek kadar olmuyordu. Oysa, o günler, birçok devrimci eskisinin (yayınevlerinde, reklam ajanslarında, basınyayında vb.) küpünü doldurmaya başladığı günlerdi. Yani aslında Soysal, sulu dereye götürülüp susuz getirilenlerden, yağmurlu havada susuz kalanlardandı.
Şiir, yaşamının odak noktalarından biri, belki birincisiydi. Başlarda, en azından benimle tanışmadan önce o dönemin adlandırmasıyla “hapishane şiirleri” yazıyordu. Ancak, giderek “iyi şiir”in ardına düştü. “İyi şiir” yazmak istiyor, bunun için yoğun bir mesai harcıyor, ancak yazdıklarından hoşnut kalmıyordu. Benimle ilişkisi de sanırım epeyce bu “amaç”la ilgiliydi. Sonuç olarak, şiiriyle ilgili bu “başarısızlık” duygusu, onda yıkıcı etkiler yapıyordu. Bu konuda suçsuz olduğumu söyleyemem: Bir iki kitap daha yayımlamıştı bu süre içinde ve ben onun şiirini hep eleştiren oldum, hiç olumlamadım.
Herkes kendi “hayat gailesi” içindeydi; ondaki çöküntüyü zamanında kavrayamadık. Kavrasaydık elimizden ne gelirdi, bilmiyorum. Bir parça merhem, biraz deva olabilir miydik? Belki. Hepimiz trajedi-nin birer aktörüydük. Us sınırlarını zorlayan bir kopukluk yaşamış, bunu hazmedememiştik. Hem siyasi hem toplumsal hem de ruhsal ( bedensel de) kırılmalar yaşamıştık en ağırından. Dahası, önemli bir bölü-mümüz şiir gibi duyguyoğun ve karmaşık bir süreç gerektiren bir “sanat”a bulaşmıştı. Çoğumuz, yoksul çevrelerden geliyorduk ve kendi göbeğimizi kendimiz kesmiştik. O acımasız çark karşısında yapayalnız ve çırılçıplaktık. İkilemler içinde boğuşuyorduk: olanaksız bir siyasi kimliği ve biyolojik varlığımızı sür-dürmek. O koşullar altında ikisini birden sürdürmek acılardan acı seçmek demekti. “Kahır ekseriyet”imiz yeğlemesini yaptı, bir canlının vereceği tepkiyi verdi. Soysal, onlardan olmadı. Ben o zamanlar onun doğru, bizim riyakâr olduğumuzu söyledim. Çoğumuz beceriksizliğimizden (ben onlardanım) bunu beceremedi. Kim haklı, kim doğru? Ben bir nihilist (hiççi) olarak bu soruyu saçma buluyorum. İntihar edebilseydim iyiydi; edemedim, bu da iyi…
Soysal’ın bastığı yer ayaklarının altından yavaş yavaş kayıyordu. Bir kimlik edinememişti. Sevdiği kadın (dolayısıyla kendi çocuğu gibi sevdiği çocuk) ondan uzaklaşıyordu. Yoksuldu, kazandığı (aslında nerdeyse hiç kazanamıyordu) yaşamını enaz düzeyde sürdürmeye yetmiyordu. Düzene, dizgeye, içinde yaşadığı koşullara hınçlıydı, örgütsüzdü, şiirle arasına mesafe girmişti, yoksuldu, kendini çirkin buluyor-du (ağzı biraz eğriydi), ve…
Birlikte olduğu kadın ve çocuğuyla ilişkisi başlarda düzgün gibi görünüyordu. Ancak onlara ilgisi giderek marazi bir hal aldı. Dozu giderek artan bir kıskançlığa kapılmıştı, bu da ussal sınırlamaları zor-luyor, onu yeni bir zihinsel sürece sokuyordu: tutkulu bir saplantı. Çocuğu ve kadını yitirme duygusu ona cehennem azabı yaşatıyordu. Onlar, Soysal’ın yaşama nedeni, yaşama tutunduğu tek daldı. Onlarsız bir yaşam ne anlamlı ne gerekliydi. Onları yeniden kazanmak için yapamayacağı yoktu. Çantasında bıçak taşıyor, kadını tehdit ediyor, birlikte olmak için hiçbir şeyden kaçınmayacağını söylüyordu (Kadın’ın an-latımı). İşte biz bunları gözden kaçırdık!
Kadın bir gün beni aradı, Soysal Haydarpaşa Numune Hastanesi’nde yatıyordu. Kadın’ın, biraz da ondan kaçmak için gittiği bir arkadaşının evinin kapısında (ki zaten Soysal Kadın’ı bu kişiden kıska-nıyor) kendini bıçaklamış. Israrla kapıyı açmalarını, yoksa kendini öldüreceğini söylemiş; bunun blöf olduğunu düşünen evdekiler kapıyı açmamış. O da kapının arkasında, bir süredir çantasında taşıdığı bı-çağı karnına saplamış. İleri derecede şaşkınlık yaşıyordum. Aklımın ucundan bile geçirmediğim bir gelişmeydi bu. Doğrusu işin bu kerteye geldiğini hiç mi hiç bilmiyordum. Demek ki bir süredir görüşmü-yormuşuz. Ben sonraları niyetinden hiçbir kuşku duymadım; uygun yere rast getirememiş olmalı diye düşündüm. (Ancak, Kadın’ın duygularını devindirmek istemiş de olabilir. Bunu ona asla sormadım.) Önce Kadın’la hastane bahçesinde uzun uzun konuştuk. Kadın, Soysal’a üzülmekten çok (kafasında Soysal’ı çoktan bitirdiği belliydi.) korkuyu yaşıyordu. Büyük bir olasılıkla Soysal’ın kendini öldürme niyetinin gerçekliği konusunda kuşkular taşıyordu. Hastane bahçesinde Soysal’ın gepegenç kardeşiyle de konuştum. Soysal’la hastane odasında görüşme olanağı elde ettim. Soysal, pek de korkmuş gibi, durumdan etkilenmiş gibi görünmüyordu. Ama kadın korkuyordu, hem de çok.
Soysal’ı, sanırım birilerinin aracılığıyla Cerrahpaşa’ya yatırdık; psikolojik tedavi görsün diye. (O artık psikolojik sorunları olan bir hastaydı.) Bir süre sonra bunun bir işe yaramadığını anladık. Kendi anlatımına göre bayan doktorun Soysal’da bir gedik açması olası olmamış; tersine, Soysal doktoru yaşamın gereksizliği, intiharın gerekliliğine inandırmaya çalışıyormuş. Henüz yarası da iyileşmemişti. Bizim eve getirdim. Bir süre hastaneye gidip geldiyse de bir yarar ummadığı, dahası bunu gerekli de görmediği için, bıraktı. İki üç ay kadar bizimle yaşadı. Bu benim için yaşamımın en değişik, en acılı, en umarsız, en korkulu, en duygusal vb. süreçlerinden biri oldu.
Bu birkaç ay içinde Soysal Amca’yla sabahlara kadar yaşamın anlamı üstünde tartıştık. Zaman zaman aramıza başkaları da katıldı. Soysal, bir çelik kadar, bir gökkaya kadar sert ve ulaşılmazdı. Kadın ve ço-cukla birlikte olmak, onlarla birlikte yaşamak dışında hiçbir çözüme yanaşmıyordu. Bunun dışındaki tek çözümün, ya Kadın’ın ya da kendinin bu dünyadan gitmesi olduğunu düşünüyordu. Oysa Kadın, artık bu tür marazi, kaotik bir ilişki istemiyordu ve kararlıydı. Açıkçası, o koşullarda oldukça duygusal ve yanlıy-dım. “Kadın” türüyle ilgili önyargılarım da vardı (çoğunu, daha bilinçli bir biçimde koruyorum). Buna karşın, Kadın’ı ona asla kötülemedim; durumu kabullenmesini sağlamaya uğraştım. Yaşamın indirgene-meyeceğini, türlü olanaklar ve zenginlikler sunduğunu vb. söylemeye çalıştım. Yaşamın anlamı konusun-da (kendimizce) derin felsefi tartışmalarımız da oldu. Ancak o, Nuh diyor peygamber demiyor, durumu somutluyor, sözü Kadın’a ve çocuğa getiriyordu.
Umarsızdım. Nasıl, hangi arada durum bu kadar çözümsüz, geri dönülmez bir yola girmişti, doğrusu bilmiyordum. Umarsızlık içinde anlamsız bir girişimde bulundum: Soysal’a yakın başka bir kadın daha vardı (eşinden ayrılmış) mimar bir kadın. Kadın, ona dosttu; Soysal’ın “Bir kadın neden benimle birlikte olsun ki!?” çığlığını sezdikten sonra, Soysal’a onunla birlikte olabileceği sinyalini verdim. Soysal, bunun olabileceğine inanmıyordu; ama olma olasılığı hoşuna gidiyordu. Bu kadın da gelişmelerin çoğunu bili-yordu. Ona bir süre için Soysal’la birlikte olmasını, bunun Soysal’ı yaşama döndürmek için bir umut ol-duğunu anlattım. Ne pahasına olursa olsun (Soysal’ın ölümü pahasına… Bu, açık açık konuşuldu.) salt bu gerekçeyle biriyle birlikte olamayacağını söyleyerek kesin bir dille reddetti. Bence bu, son darbeydi.
(Bu günlerin sonunda bir telefon geldi. Küçük kardeşi (benim hastane bahçesinde görüştüğüm gepegenç kardeşi) bir trafik kazasına kurban gitmişti. Böyle bir haber karşısındaki soğukkanlılığı (açık söylüyorum) benim kanımı dondurmuştu. Atladık arabaya Fatih’ten (o zamanlar Fatih’te oturuyorduk)
düzüldük yola. E5’te, durumun vahametiyle biraz hızlı kullanıyorum arabayı; o beni uyarıyor yavaş gidelim diye!)
O, geçimini sahip olduğu tek varlığı makintosh’la (bir süredir değil) sağlıyordu. Benim bilgisayarla en küçük bir bağım, ilişkim yoktu. O, bir bilgisayar kullanma uzmanıydı. Bilgisayarı da bizim evdeydi ve doğallıkla bilgisayarı merak ediyordum. Öğretmesini istedim. Ben öğretmenim ve sert bir öğretmen olarak bilinirim. Soysal, benden çok daha sert ve bağışlamasız bir öğretmendi. Makintosh’u taşınmadan önce bana bıraktı. Ne karşılığı olduğunu hiç anımsamıyorum. (Sonra, istediler, kardeşlerine bilgisayarı teslim ettim. Satıp parasıyla mezarını yapacaklarını söylediklerini anımsıyorum.)
Artık anlamıştık, başaramıyorduk ve dönüşü yoktu; bu özkıyım gerçekleşecekti. Belki bize de eşiği atlatmıştı ve eşim de ben de umudumuzu kesmiştik. Eşim korkuyordu onun bu eylemi bizim evde ger-çekleştireceğinden. Ben öyle olmayacağına inanıyordum. Soysal, taşınmak istiyor ve ev arıyordu. Baş-larda taşınmasına karşıydım. Sonunda, başka bir yol göremedim; umudum sıfıra yakındı. Taşındı. Beyoğ-lu’nun arka sokaklarında Cihangir’e yakın; yakın arkadaşları Hüseyin Şimşek ve Mecit Ünal’ın oturduğu apartmanın bodrum katına. Bu arada, Kadın’ı birkaç kez aradığını, birlikte olmazlarsa ya onu ya kendini yok edeceğini kesin bir dille belirttiğini öğrendim. Biliyordum, yapabileceğim bir şey yoktu. Bu süreci, benim kadar yoğun başka biriyle yaşadı mı, bilmiyorum.
Bir akşam ya Hüseyin ya Mecit aradı; durumun parlak olmadığını, gelmem gerektiğini söyledi. Çok yakın bir arkadaşım ve eşi bizdeydi. Dördümüz geç vakit yaşadığı yere gittik. Taşınalı bir hafta ya da on gün olmuştu. Manzara trajikti. Yaşadığı yere “ev” denemezdi, berbat bir bodrum katıydı (böyle yerlerde, daha da kötülerinde ben de yaşadım). Soysal yatakta yatıyordu, başucunda bir yetmişlik rakı şişesi vardı ve şişe yarılanmıştı. Ne su ne herhangi bir şey. İçeri girdiğimizi görmesine karşın yerinden kımıldamadı bile. Uyuşturulmuş gibiydi. İnsanın içini acıtan bir durumdaydı. Başucuna oturduk. Espriler, şaklabanlık-lar yapmaya, “ev”deki o yoğun, karanlık, hüzünlü ortamı dağıtmaya çalıştık. Boşuna. Yine, aylardır yinelediği argümanlar… Sonra ikimiz, karşılıklı doya doya ağladık. O gece düzgün bir elyazısıyla yazılmış bir şiirini okuttu. Bu şiir (ki ben onun yazım aşamasında kimi şiirlerine tanıklık etmişimdir), onun en “iyi şiir”iydi (Bu şiiri, bir daha hiçbir yerde görmedim.). O gece oradan ne zaman, nasıl ayrıldığımızı anımsamıyorum. Anımsadığım, duyguyoğun bir gece olduğu. Bunun son görüşmemiz olduğunu da çok güçlü biçimde duyumsuyordum.
Aslında artık bekliyorduk. Bizi bu kadar inandırmış olması tuhaf değil mi? Sonraları hakkında epeyce hamasi yazı vb. okudum. Çoğu, hem de çoğu gülünç geldi bana. Sanırım kimse bilmiyordu açmazın derinliğini. Ya da kimseye açılmamıştı gerçek anlamda. Çok yakın arkadaşlarının söylemlerinde bile bir düşkırıklığı seziliyor. Bu da onların gerçeği pek bilmediklerini, kafalarındaki prototiple yaşadıklarını gösteriyor.
Aslında artık bekliyorduk. Birkaç gün sonra Mecit Ünal aradı; daha Mecit’in sesini duyarmaz duymaz, “Yaptı değil mi?!” dedim. “Evet!” dedi. Mecit’le aramızda başka bir konuşma geçmedi. Yine aynı dörtlü oraya vardık. Polisler, komşular vb. Ben onu öyle görmeye (hiçbir ölüyü görmeye) asla dayanamazdım (dayanamam). Arkadaşım gitti görmeye. Ulaşmak zor olmuş. Gördüğü manzara şuymuş: Soysal yüzünü bir bezle kapatmış; Tavana yakın bir boruya kendini asmış, ayakları yere değiyormuş! Ayaklarını kaldırarak ölümünü izlemiş. Ben bıraktığı yazıyı, sanırım, Beyoğlu Karakolu’nda gördüm. Yine aynı düzgün el yazısıyla yazılmıştı ve kalanlardan bağış diliyordu.
Soysal’ın geçmiş yaşamıyla ilgili bilgilerim sınırlı. Üniversite yaşamının yarım kaldığını (İÜ, Eğitim Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü ikinci sınıftan sonra okuyamadığını) biliyorum. Bu ayrın-tıyla ilgili sağda solda gördüğüm “mezun oldu” bilgisi doğru değil. Birkaç kez içeri girdiğini, sonuncu-sunda altı yıl kadar içerde kaldığını biliyorum. Bundan sonraki yaşamını esas olarak bu sürecin belirle-diğini de biliyorum. İntiharının kompleks bir süreç sonunda gerçekleştiğini, buna yol açan birçok neden olduğunu, ancak “taşıran damla”nın “kadın sorunsalı” olduğunu da biliyorum.
Güvenle söylüyorum: Soysal’ın intiharı; onurlu bir “kalma” çabasıdır. Bir yenilginin, dikduruşla taçlandırılması da diyebilirim. Soysal, intihar ederek “parlak bir gelecek”i yitirmedi; sürekli yaşayacağı (çoğumuzun türlü biçimlerde yaşadığı) acılara çalım attı. Birçoğumuz, yaşama, onurumuzu pek de hesa-ba katmadan sülük gibi yapıştık. Soysal göremedi, ama ben gördüm: Bu cangılda var olmak için, ya oluş-mamış bir kişilik ya da kişiliği paçavra gibi ayaklar altına sermek gerekiyor. Elbette intihar bireysel bir karardır; ama bu karar toplumdan, çevreden, öbür insanlardan bağımsız değildir. Dolayısıyla, intihar bir cinayetse, suç ortakları tertemiz ellerle ortalıkta özgürce dolaşıyor demektir. Ben, bir intiharda suçlu olduğu için hakkında dava açılmış herhangi bir kurum veya kişi bilmiyorum!

SOSYAL MEDYA GÜNCESİ
15 HAZİRAN 2017
Sevgili Soysal Amca,
Yine seninle ilgili bir şeyler istediler Soysal Amca; bilmem bir kitap için, bilmem bir dergide özel sayı için. (Yeni öğrendim ki yine bir kitap hazırlayacaklarmış seninle ilgili; şiir kitaplarınla birlikte basacakmış ünlü bir yayınevi. Yoksa, dedim, Soysal Amca ben de mi intihar etsem?! ).Oysa ben, seni içimde derin bir yerlere gömdüğümü, senden en azından görünüşte kurtulduğumu sanırken birileri kabuğu koparıp yaramı kanatmayı sürdürüyor.
Bu arada baktım da, inanılır gibi değil, sen bizi koyup gideli yirmi üç yıl (4 Eylül 1994) olmuş. Seninle geçirdiğimiz son yıl inanılmaz acılarla doluydu, biliyorsun; kendini ayağın yere değecek biçimde kalorifer borusuna asıp ölmekte ne kadar ısrarlı olduğunu göstermen ise bütün o acıların üstüne tuz biber ekti bizim için. Oysa sen, yaşamla ölüm arasında uzun süre sallanıp o korkunç bitişi yaşadıktan sonra tüm o yoğun acılara karşı bir utku kazandın. Biz ise, senden sonraya kalan biz ise, senin yaşadığın ve senden kalan acının dehşetiyle bir gölge gibi dirimsel varlığımızı sürdürüyoruz hâlâ.
Oldukça içine kapanık yaşayan ben, elbette senden kalanları (çocuğu ve kadını) arayıp sormadım hiç. Zaman zaman onlarla ilgili sağdan soldan duyumlar alsam da üstünde durmadım, kısmen de (küskünlüğüm nedeniyle) görmezden geldim. Kuşkusuz, acılarını ve son büyük kararını özellikle “kadın”a bağlasam da, bunların yeterli olmadığını; özellikle siyasi geçmişinin, cezaevi yaşantısının, kendinde bulduğun fiziksel kusurun ve sonraki us almaz yoksulluğunun, ayrıca dilim varmıyor ama, şiirde yaşadığın sıkıntıların bileşkesinin acılarına ve o dramatik sonuca yol açtığını anlayabiliyorum. Bunları ve daha başkalarını ortak arkadaşlarımızla uzun uzun konuştuk, çözümlemeler yaptık. Bunları ve çoğunu senin için daha önce yazdığım iki yazıda dile getirdim: Soysal Amca Kendini Astı (Varlık, sayı 1045, Ekim 1994; Bir Katılaşma Denemesi (İntihar Şairleri, Varlık Yayınları) Bunları söyleyebilmekle birlikte her intiharın kendine özgü olduğunu, ele geçmez dile getirilemez nedenleri olabileceğini de bilmiyor değilim; dahası, her ne kadar yıllarca dertleşmiş olsak da, son bir yılı hemen hemen birlikte geçirmiş olsak da, son üç dört ay boyunca intiharını elbirliğiyle ilmik ilmik dokumuş olsak da senin gibi bir bireyi anlamanın o kadar kolay olmayabileceğini, bunun beni aşabileceğini de biliyorum.
Neyse bunları çoktan geride bırakmış olmalıyım aslında ben. Aslında, artık senden sanat yapıtları çıkarmalıyız ki seni sonraki kuşaklara ulaştırabilelim: Bilmem film olur bilmem roman bilmem şiir. Seni başka türlü yaşatmak ne kadar olası bilmiyorum. Biliyorsun şiirin özgün ve estetik bir tabana oturmamış, bir ses yakalayamamıştı. Kendine özgü bir şiir dili kuramaman, şiirini bir doruğa ulaştıramaman acılarının başında geliyordu. Bir yandan şiirden vazgeçemiyor bir yandan da bütün çabalarına karşın şiirini olgunlaştıramıyordun. Sağdan soldan eş dost övgüsü alsan da acı gerçeği sen çok iyi biliyordun. (Ki bunları ve daha çoğunu aramızda uzun uzun konuştuk.) Şiirin, kısır bir memleketçiliği ve siyasetçiliği aşamıyor, sulu sepkenlikten kurtulamıyordu. İşte bir bakıma sen, intiharınla şiirindeki bu sıkışıklığı da aşmayı denedin. Hâlâ, içinde katılaşıp urlaşan acıların bir yanının yaratma sıkıntısı olduğunu düşünüyorum.
Sevgili Soysal Amca, daha önceki yazılarımda parmak bastığım siyasette boşlukta kalman, yoksulluk, çirkinlik sendromu ve elbette taşıran damla aşk’ın yanında şiirde yaşadığın bu boğuntuyu da intihar nedenlerin arasında saymam gerekiyordu. Senin en yakın arkadaşlarından biri olarak diğer konuların yanında bunu da uzun uzun konuşuyorduk. Bu konuşmalarımızın önemli bir tanığı Uğur Amca’dır (Haydar Oğur). (Biliyor musun sen gittikten sonra da uzun süre arkadaşlığımız, dostluğumuz sürdü Uğur Amca’yla. Sonra ne olduysa oldu benden buz gibi soğudu ve yaşamından sildi beni ve sonra da ortadan yitip gitti. Oysa, bilemezsin nasıl özlüyorum ikinizi de; hem sizi özlüyorum hem gençliğimi Soysal Amca.)
Şimdilik bu kadar yazabileceğim. Belki sonra, kim bilir…
Muammer Karadaş

Yorumlar

  1. sevgili kardeşim öyle güzel özetlemişsinki soysal ağabeyi onun cümleleri ile süslenmiş bir yazı bende kendisi ile çok sohbet ettim onun sohbetine düşüncelerine doyulmazdı günlerce dinlemek ister insan eşsiz bir insandı ancak hayatına kıyması beni yaraladı bütün sevdiklerini tanıyanları çok üzdü böyle bir son olmamalıydı ben onu çok sevdim ancak o kadını hiç görmedim ondan nefret ediyorum çünkü koca şairin hayatına sebep oldu onu bu dünyadan sevdiklerinden kopardı şimdi yazarlar el üstünde tutuluyor.selam olsun ey koca çınar sana...

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

İzleyici Neye Bakıyor?