MEZARIMDAN NOTLAR
Mezarımdan Notlar 1
Çok yakında kırkıncı yaşıma gireceğim, dünya yılıyla. Ama, en uç dallara tırmanmaya çalışan bir sincap gibiyim hâlâ. İki köhne liman arasında (Acaba hangisinden hangisine?) yol almakta olan demode bir yelkenlideyim sanki; iki limana da yabancı, iki limana da konuk. Veya ne birinde asla olmuş, ne öbüründe asla olacak. Yani kırkıncı yaşımda kırk kapıdan geçtim, kırkların ömrünü sürdüm; ya da bir varsayımdı bütün bunlar, ben hiç olmadım.
Varsayalım bir sabah uyandım bütün gerçek insanlar gibi; ama gözkapaklarımdan kırk ceset damlıyor ve billur bir kafeste buluyorum kendimi, çevremde yoğun bir buğu ve tanrının bana yolladığı imeyilden bihaberim hâlâ. Dışarıdan şakır şukur sesler geliyor ve ben yalnızca bu sesleri adlandırmaya çalışmakla meşgûlüm, umarsız; hiçbir penceremden hiçbir zavallı ışık sızmıyor. Elimdeki balyozu var gücümle ve bilcümle öfkemle indirdiğimde, balyoz bir çocuk başına rastlıyor ve ben birden ne kadar sıradan olduğumu ayrımsıyorum dank diye, tanrım ne kadar sıradan!
Sükût ediyorum. Paganist bir törenle gerçekleştiriyorum bunu. Gözlüklerimi ayağımın altında çatır çutur eziyor, peruğumu ve bütün giysilerimi çevresinde dans ettiğim ateşe atıyorum. Yetmiyor, hâlâ çok kalabalık, çok ağır geliyorum kendime. Ayrıca yanımda yöremde biriken cesetlerin beni ne kadar düş kırıklığına uğrattığım anlatamam. Ama bakın, şu da var: Söz, tanrının ulaklarıdır ve benim tek sığınağımdır. işte ol yıldır beni en dibe iten ve sizin de bir türlü çözemediğiniz sorun bu; Ben varlığımı bir kuşa, bir çiçeğe, dahası belki bir insana değil 'bir söz'e dayamışım. Bir söz! Yani, söz tanrının düğün evidir; ben orada olmazsam olmaz. Cesedimi dünya yüzünde gezdirişimin tek nedeni bu, Kamber misali. Kısaca, ben bir cehennemliğim, aslında çok konuşarak hiçbir şey söylüyorum. Çünkü kimi kez bu dili ben bile çözemiyorum. Bu nedenle de olsa sizi bağışlıyor ve kargışlıyorum ey dilimden anlamayan-
lar, yol kaçkınları.
Cehennemlik, sözü sürdürerek dedi ki: Ben hiçbir sorunu çözmeye aday değilim. Bir zamanlar, henüz mezarıma inmeden, düş kurabildiğim dönemlerde, belki... Artık derin boşluklara taş atmayı seviyorum, zamanın karanlık boşluklarına, hiçbir yankı ummadan. Çünkü işte hiçbir yere gitmiyorum, hiçbir yerden gelmedim ki... Sizin duyarlıklarınız bana yabancı, sizin duyargalarınızla algılamıyorum da ondan, ben de size tanıdık gelmek istemiyorum asla. Hem, donup kalmış birçok an'dan başka neyim ki ben, akıp gidiyormuş gibi görünen bu sanal cangılda ne yerim olabilir ki? Olsa olsa tekdüzeliğin bestelenmemiş senfonisiyim. Biliyorsunuz, kırk yılda kırk kez infilak ettim, kırkında da yok olan bendim. Sonuç olarak hep çam sakızı damladım kentin göbeğine, hiçbir öyküsü olmayan, sıradan bir çam sakızı. Benim tek ilginçliğim, hiç ilginç olmamaklığımdır. Neler ummuştum oysa yadsıyor muyum: Yığın yığın duyarlıklar istiflemiştim rengârenk, pırıl pırıl, yalvaçça; gani gani sebeplenesiniz diye. Sonra gördüm, vitrinlerde kendi gölgesini arıyor herkes, her türden titreşime kapatmış antenlerini; kimse kimsenin duyarlığına Türk parasıyla on para vermiyor. Ben de ne yaptım dersiniz, sizin için kurduğum onca düşü kurda kuşa, börtü böceğe sebil ettim ve türkümü (vardı ise) yerin kırk kat altına gömdüm, acı kireçlerle dezenfekte edip.
(Yeryüzünden anılar: Mutsuz muhaliflerin bir bebek kadar mutlu iktidarlara dönüştüğünü gördüm; dar zaviyelerinde yenleri geniş vur patlasın çal oynasın çengi. Ne var çalan da oynayan da kendi. Dan dini dan dini dastana! İşte, önce gelen, yani Ulu Manitu yer açıyor koltuklaya koltuklaya. Velakin etiketlemeyi ihmal etmiyor: "Sen, odun yarıcının 'hıh' deyicisi; sen, zurnanın 'zırt' dediği delik; sen, böyle başa böyle tarak; sen, tokmağı vurabilirsin ama unutma, davul benim boynumda; sen, zincirli prens, sen, sidikli kontes, sakın ben def-i hayat etmeden yerime göz koyma, gönül de..."
Şu eblehçe soruyu sormadan ödemiyor cehennemlik: Marjinaller, "Marjinal Erki"ni kurdu; şimdi n'olacak? Hülasa-i kelam, marjinaller hâlâ marjinal midir? Emekli Subaylar Derneği STK değil mi yani?! Cehennemliğin gördüğü şu: Bizim gibi toplumlar iktidar odakçıklarından oluşur ve onların her biri ayrı bir muhalefet cephesidir, birbirlerine karşı bile. Onlar muhalifliği asla bir yaşam biçimi, bir varoluş gerekçesi olarak göremez; çünkü onlara göre onlar, iktidara yazgılı ve en layık olandır. Vak'a, iktidardakiler embesil, yeteneksiz, ebleh veya cahildir; kendileri ise kaderin bir cilvesi olarak şimdilik o orundan mahrum bırakılmışlardır ve er geç hak yerini bulacaktır. Ve nitekim öyle de olmuştur: Liberalizmin Mübarek Şef'inin sihirli değneği ve evrensel geri dönüşün saye ve himmetiyle hak ettikleri mevki-i şahaneye kostaklanarak oturmuşlardır. Oysa bilinir, erk oldum olası turnusol işlevi görür ve kralı çırılçıplak göstermek gibi şirin bir acımasızlığı vardır. Erki elinde tutanlar bu nedenle ortalığı kuru gürültüyle velveleye vermeye eğilimlidir. Davulun sesi niçin çok çıkar bilir misiniz? Bilirsiniz, bilirsiniz...)
Evet, bu dili ben bile anlamıyorum. Sizin beni anlamanız ise mezarımda ters döndürür beni, kemik-lerimi sızlatır. Elbet, kişi yeğlemeleriyle vardır: yani varsayın ki ben, ilkyazın kavaklardan dökülen pamukçuklarım ve salt asabınıza kast ediyorum. Yani işlevsiz ve moralsizim; hep böyleydim ve hep böyle kalacağım. Kaşlarım asla acımadı gözlerime ve ben bundan asla yakınmadım. Kötüyüm ve kötü olduğumu biliyorum evet; ama neden kötü olduğumu bilmiyorum. Herkes kötü olduğumu söylüyor vahey, ama kimse neden kötü olduğumu söylemiyor. Anlıyor musunuz, bunca yıl beni kendime, yani mezarıma bir sığıntı yaptınız. Ben de ne gördüm biliyor musunuz, kendimden aşağı her şöyle bir baktığımda: tırtıllar, kırkayaklar, bokböcekleri, gübreler, tarihin moloz taşları, sivrisinekler, karafatmalar, keçiboynuzları, bir sıkımlık canlar, yani bir yığın sünepe. Ama bakın, işte ben de sıradan insanlar gibi uslamlamalar yapabiliyor ve kestirebiliyorum: Anadan üryanım, doğduğum gibiyim, doğrudanım ve provokatörüm. Doğalım ve bu nedenle toplumdışıyım: yani cehennemlik. Şu karışıma bakar mısınız sapsayın okuyucular: Biraz varoluşçuyum, biraz nihilist, az çok köpeksilerdenim, çokça gerçeküstücüyüm. daha çok da marxoanarşizan; bu arada kendimi ne çağcıl, ne çağardılcı (modern, post modern) duyumsuyorum; sapına kadar doğa dinine inanıyorum, inadına. Kimin?
Ve dahası bir düşçünün (romantiğin) dik alasıyım!
YARASA DEĞİLİM. KARANLIĞI SEVMEM!
Kendimi bileli (Sahi benim hiç kendimi bildiğim oldu mu? Sanırım benim şimdiye kadar sorduğum en kayda değer soru buydu: Ben kimim?) eklemlenmedim ve hep düşülkeler ardında koştum, yoksa kurguladım. Ama işte itiraf ediyorum bunların hepsi sezgi düzeyinde kaldı, yani şiirsel; hep formülasyon sıkıntısı çektim bir. Bir dizge kuramadım soluk alıp verdiğim dünyada. Ne var, ad koymayı, etiketi hiç sevmedim; onun (o düşülkenin) adı 'bok' da olsaydı ardından koşardım, koşarım, koşuyorum, koşacağım. En ucunun, öncü (marjinal, avangarde) geçinenin bile küçücük, sıcacık bir liman bulduğunda demir attığı böyle bir toplumda, ilişkiler dizgesinde ben elbette bir yabancıyım, kötüyüm, kötücülüm. Düşe değer veren bir ilişkiler dizgesinde değiliz ki, henüz kodlanmamış değiliz ki, DNA'mız çözülmemiş değil ki, atomize, plastike edilmemiş değiliz ki, buzul çağına geri dönmüyor değiliz ki, salt yaşamak için öldürüyor değiliz ki, hâlâ âşık olabiliyor, şiir yazabiliyor değiliz ki mutlu olayım. Kimliksiz bir toplumda, bir dünyada bir kimlik edinebilmek ne kadar zor ve zahmetli tasavvur edebiliyor musunuz? Özün, içeriğin (yani 'insan'ın) hiçbir şey, yaldızın, afinin, tecimin her şey olduğu...
HEY SIKILANLAR, ÇIRILÇIPLAKLAR! BU YANA GELİN.
Ölüm dilledir ve dilde, varoluş da. Ütopyanızı (hâlâ varsa) sıkı sıkı basın bağrınıza; diyor cehennemlik. Göçebeliğinizi, sığıntılığınızı, yabancılığınızı kutsayın. ‘İnsan' ancak dilde gerçekleşir ve gerçeklenir, mağazalarda değil. Tırsmayın ulan, olursa olsun pahasına ne. Var ya tarihin şaşı kamerası asla molozları, dolgu taşlarını kaydetmez, onun işi duvarlarladır. Her cehennemlik şunu savlamıştır (kendileri pek inanmasa da): Şiir yaşamak, şiir yazmaktan mühimdir, bunu iyi düşünün.
Dizge, yani var olan, bu çıtkırıldım yaşam yolunu 'iktidar' taşlarıyla, yani albeni albeni tuzaklarla döşemiştir ve o mutlak kirliliktir; yani salt reklamdır, reklamın iyisi, doğrusu, insancası ise olmaz (Dolayısıyla ve doğası gereği şairin de reklam yazanı olmaz, reklam yazandan da şair!). Var ya, ün / şan / para sizi, yani beninizi bok çukuruna itecektir. Diyelim ki kararlısınız, illa şiir yazacaksınız, öyleyse kötülüğü ilke edinin kendinize, KARAyı; asla betimleyici olmayın salt. Betimlemek olsa olsa en iyisinden realist kılar sizi, başka hiç. Realizm (postmodernizm) var olanın altına imza atmaktan başka
nedir ki?!
İşte bu; körebe bir toplumda yaşıyorsunuz ve varoluş dayanaklarınızı çelmeye hazır bin bir tuzak sizi bekliyor, kesinlikle unutmayın. En küçük bir temayülünüz, tenezzülünüz kişiliğinize, umarınıza, varlığınıza, gerekçelerinize kastedecek ve bedel olacaktır. Buna karşın, bir cehennemliği dinleyecek olursanız (Niçin dinleyesiniz ki!) kendinizi her türlü abur cuburla donatın; ama asla kolay kanmayın. Bir düşduruş noktanız olsun; ama o nokta asla mutlak olmasın. Verili olanın kötü dediği kesinlikle kötü değildir; kaldı ki o (yani verili dizge) işte tam da 'kötü' dediği o uzamda nefes alıp verebiliyordur. Önceden ileri sürdüğümüz kötüyü böyle algılamayın. Gerçek kötülük, gerçek iyiyi içerir: O henüz ve belki ilelebet salt bir kurgudur; ben oluş, insan oluştur, yabancılıktır; düşyaşam, düşülke, düşinsandır; ne pahasına olursa olsun bir karşı çıkıştır; tanımı yapılmamış, sınırları çizilmemiştir; sözlükteki bütün karanlık sözcüklerdir; her türden kısaltmaya karşı çıkıştır.
Bir şiirin iktidar olduğunu, iktidar adayı olduğunu veya iktidar düşü kurduğunu varsayabilir misiniz? ŞİİR SALT MUHALEFETTİR!
Hey umutsuzlar, mutsuzlar! Bu yana gelin. Veya...
GEBERİN!
MECAZ, SAYI 1, ŞUBAT 2000 MUAMMER KARADAŞ
Çok yakında kırkıncı yaşıma gireceğim, dünya yılıyla. Ama, en uç dallara tırmanmaya çalışan bir sincap gibiyim hâlâ. İki köhne liman arasında (Acaba hangisinden hangisine?) yol almakta olan demode bir yelkenlideyim sanki; iki limana da yabancı, iki limana da konuk. Veya ne birinde asla olmuş, ne öbüründe asla olacak. Yani kırkıncı yaşımda kırk kapıdan geçtim, kırkların ömrünü sürdüm; ya da bir varsayımdı bütün bunlar, ben hiç olmadım.
Varsayalım bir sabah uyandım bütün gerçek insanlar gibi; ama gözkapaklarımdan kırk ceset damlıyor ve billur bir kafeste buluyorum kendimi, çevremde yoğun bir buğu ve tanrının bana yolladığı imeyilden bihaberim hâlâ. Dışarıdan şakır şukur sesler geliyor ve ben yalnızca bu sesleri adlandırmaya çalışmakla meşgûlüm, umarsız; hiçbir penceremden hiçbir zavallı ışık sızmıyor. Elimdeki balyozu var gücümle ve bilcümle öfkemle indirdiğimde, balyoz bir çocuk başına rastlıyor ve ben birden ne kadar sıradan olduğumu ayrımsıyorum dank diye, tanrım ne kadar sıradan!
Sükût ediyorum. Paganist bir törenle gerçekleştiriyorum bunu. Gözlüklerimi ayağımın altında çatır çutur eziyor, peruğumu ve bütün giysilerimi çevresinde dans ettiğim ateşe atıyorum. Yetmiyor, hâlâ çok kalabalık, çok ağır geliyorum kendime. Ayrıca yanımda yöremde biriken cesetlerin beni ne kadar düş kırıklığına uğrattığım anlatamam. Ama bakın, şu da var: Söz, tanrının ulaklarıdır ve benim tek sığınağımdır. işte ol yıldır beni en dibe iten ve sizin de bir türlü çözemediğiniz sorun bu; Ben varlığımı bir kuşa, bir çiçeğe, dahası belki bir insana değil 'bir söz'e dayamışım. Bir söz! Yani, söz tanrının düğün evidir; ben orada olmazsam olmaz. Cesedimi dünya yüzünde gezdirişimin tek nedeni bu, Kamber misali. Kısaca, ben bir cehennemliğim, aslında çok konuşarak hiçbir şey söylüyorum. Çünkü kimi kez bu dili ben bile çözemiyorum. Bu nedenle de olsa sizi bağışlıyor ve kargışlıyorum ey dilimden anlamayan-
lar, yol kaçkınları.
Cehennemlik, sözü sürdürerek dedi ki: Ben hiçbir sorunu çözmeye aday değilim. Bir zamanlar, henüz mezarıma inmeden, düş kurabildiğim dönemlerde, belki... Artık derin boşluklara taş atmayı seviyorum, zamanın karanlık boşluklarına, hiçbir yankı ummadan. Çünkü işte hiçbir yere gitmiyorum, hiçbir yerden gelmedim ki... Sizin duyarlıklarınız bana yabancı, sizin duyargalarınızla algılamıyorum da ondan, ben de size tanıdık gelmek istemiyorum asla. Hem, donup kalmış birçok an'dan başka neyim ki ben, akıp gidiyormuş gibi görünen bu sanal cangılda ne yerim olabilir ki? Olsa olsa tekdüzeliğin bestelenmemiş senfonisiyim. Biliyorsunuz, kırk yılda kırk kez infilak ettim, kırkında da yok olan bendim. Sonuç olarak hep çam sakızı damladım kentin göbeğine, hiçbir öyküsü olmayan, sıradan bir çam sakızı. Benim tek ilginçliğim, hiç ilginç olmamaklığımdır. Neler ummuştum oysa yadsıyor muyum: Yığın yığın duyarlıklar istiflemiştim rengârenk, pırıl pırıl, yalvaçça; gani gani sebeplenesiniz diye. Sonra gördüm, vitrinlerde kendi gölgesini arıyor herkes, her türden titreşime kapatmış antenlerini; kimse kimsenin duyarlığına Türk parasıyla on para vermiyor. Ben de ne yaptım dersiniz, sizin için kurduğum onca düşü kurda kuşa, börtü böceğe sebil ettim ve türkümü (vardı ise) yerin kırk kat altına gömdüm, acı kireçlerle dezenfekte edip.
(Yeryüzünden anılar: Mutsuz muhaliflerin bir bebek kadar mutlu iktidarlara dönüştüğünü gördüm; dar zaviyelerinde yenleri geniş vur patlasın çal oynasın çengi. Ne var çalan da oynayan da kendi. Dan dini dan dini dastana! İşte, önce gelen, yani Ulu Manitu yer açıyor koltuklaya koltuklaya. Velakin etiketlemeyi ihmal etmiyor: "Sen, odun yarıcının 'hıh' deyicisi; sen, zurnanın 'zırt' dediği delik; sen, böyle başa böyle tarak; sen, tokmağı vurabilirsin ama unutma, davul benim boynumda; sen, zincirli prens, sen, sidikli kontes, sakın ben def-i hayat etmeden yerime göz koyma, gönül de..."
Şu eblehçe soruyu sormadan ödemiyor cehennemlik: Marjinaller, "Marjinal Erki"ni kurdu; şimdi n'olacak? Hülasa-i kelam, marjinaller hâlâ marjinal midir? Emekli Subaylar Derneği STK değil mi yani?! Cehennemliğin gördüğü şu: Bizim gibi toplumlar iktidar odakçıklarından oluşur ve onların her biri ayrı bir muhalefet cephesidir, birbirlerine karşı bile. Onlar muhalifliği asla bir yaşam biçimi, bir varoluş gerekçesi olarak göremez; çünkü onlara göre onlar, iktidara yazgılı ve en layık olandır. Vak'a, iktidardakiler embesil, yeteneksiz, ebleh veya cahildir; kendileri ise kaderin bir cilvesi olarak şimdilik o orundan mahrum bırakılmışlardır ve er geç hak yerini bulacaktır. Ve nitekim öyle de olmuştur: Liberalizmin Mübarek Şef'inin sihirli değneği ve evrensel geri dönüşün saye ve himmetiyle hak ettikleri mevki-i şahaneye kostaklanarak oturmuşlardır. Oysa bilinir, erk oldum olası turnusol işlevi görür ve kralı çırılçıplak göstermek gibi şirin bir acımasızlığı vardır. Erki elinde tutanlar bu nedenle ortalığı kuru gürültüyle velveleye vermeye eğilimlidir. Davulun sesi niçin çok çıkar bilir misiniz? Bilirsiniz, bilirsiniz...)
Evet, bu dili ben bile anlamıyorum. Sizin beni anlamanız ise mezarımda ters döndürür beni, kemik-lerimi sızlatır. Elbet, kişi yeğlemeleriyle vardır: yani varsayın ki ben, ilkyazın kavaklardan dökülen pamukçuklarım ve salt asabınıza kast ediyorum. Yani işlevsiz ve moralsizim; hep böyleydim ve hep böyle kalacağım. Kaşlarım asla acımadı gözlerime ve ben bundan asla yakınmadım. Kötüyüm ve kötü olduğumu biliyorum evet; ama neden kötü olduğumu bilmiyorum. Herkes kötü olduğumu söylüyor vahey, ama kimse neden kötü olduğumu söylemiyor. Anlıyor musunuz, bunca yıl beni kendime, yani mezarıma bir sığıntı yaptınız. Ben de ne gördüm biliyor musunuz, kendimden aşağı her şöyle bir baktığımda: tırtıllar, kırkayaklar, bokböcekleri, gübreler, tarihin moloz taşları, sivrisinekler, karafatmalar, keçiboynuzları, bir sıkımlık canlar, yani bir yığın sünepe. Ama bakın, işte ben de sıradan insanlar gibi uslamlamalar yapabiliyor ve kestirebiliyorum: Anadan üryanım, doğduğum gibiyim, doğrudanım ve provokatörüm. Doğalım ve bu nedenle toplumdışıyım: yani cehennemlik. Şu karışıma bakar mısınız sapsayın okuyucular: Biraz varoluşçuyum, biraz nihilist, az çok köpeksilerdenim, çokça gerçeküstücüyüm. daha çok da marxoanarşizan; bu arada kendimi ne çağcıl, ne çağardılcı (modern, post modern) duyumsuyorum; sapına kadar doğa dinine inanıyorum, inadına. Kimin?
Ve dahası bir düşçünün (romantiğin) dik alasıyım!
YARASA DEĞİLİM. KARANLIĞI SEVMEM!
Kendimi bileli (Sahi benim hiç kendimi bildiğim oldu mu? Sanırım benim şimdiye kadar sorduğum en kayda değer soru buydu: Ben kimim?) eklemlenmedim ve hep düşülkeler ardında koştum, yoksa kurguladım. Ama işte itiraf ediyorum bunların hepsi sezgi düzeyinde kaldı, yani şiirsel; hep formülasyon sıkıntısı çektim bir. Bir dizge kuramadım soluk alıp verdiğim dünyada. Ne var, ad koymayı, etiketi hiç sevmedim; onun (o düşülkenin) adı 'bok' da olsaydı ardından koşardım, koşarım, koşuyorum, koşacağım. En ucunun, öncü (marjinal, avangarde) geçinenin bile küçücük, sıcacık bir liman bulduğunda demir attığı böyle bir toplumda, ilişkiler dizgesinde ben elbette bir yabancıyım, kötüyüm, kötücülüm. Düşe değer veren bir ilişkiler dizgesinde değiliz ki, henüz kodlanmamış değiliz ki, DNA'mız çözülmemiş değil ki, atomize, plastike edilmemiş değiliz ki, buzul çağına geri dönmüyor değiliz ki, salt yaşamak için öldürüyor değiliz ki, hâlâ âşık olabiliyor, şiir yazabiliyor değiliz ki mutlu olayım. Kimliksiz bir toplumda, bir dünyada bir kimlik edinebilmek ne kadar zor ve zahmetli tasavvur edebiliyor musunuz? Özün, içeriğin (yani 'insan'ın) hiçbir şey, yaldızın, afinin, tecimin her şey olduğu...
HEY SIKILANLAR, ÇIRILÇIPLAKLAR! BU YANA GELİN.
Ölüm dilledir ve dilde, varoluş da. Ütopyanızı (hâlâ varsa) sıkı sıkı basın bağrınıza; diyor cehennemlik. Göçebeliğinizi, sığıntılığınızı, yabancılığınızı kutsayın. ‘İnsan' ancak dilde gerçekleşir ve gerçeklenir, mağazalarda değil. Tırsmayın ulan, olursa olsun pahasına ne. Var ya tarihin şaşı kamerası asla molozları, dolgu taşlarını kaydetmez, onun işi duvarlarladır. Her cehennemlik şunu savlamıştır (kendileri pek inanmasa da): Şiir yaşamak, şiir yazmaktan mühimdir, bunu iyi düşünün.
Dizge, yani var olan, bu çıtkırıldım yaşam yolunu 'iktidar' taşlarıyla, yani albeni albeni tuzaklarla döşemiştir ve o mutlak kirliliktir; yani salt reklamdır, reklamın iyisi, doğrusu, insancası ise olmaz (Dolayısıyla ve doğası gereği şairin de reklam yazanı olmaz, reklam yazandan da şair!). Var ya, ün / şan / para sizi, yani beninizi bok çukuruna itecektir. Diyelim ki kararlısınız, illa şiir yazacaksınız, öyleyse kötülüğü ilke edinin kendinize, KARAyı; asla betimleyici olmayın salt. Betimlemek olsa olsa en iyisinden realist kılar sizi, başka hiç. Realizm (postmodernizm) var olanın altına imza atmaktan başka
nedir ki?!
İşte bu; körebe bir toplumda yaşıyorsunuz ve varoluş dayanaklarınızı çelmeye hazır bin bir tuzak sizi bekliyor, kesinlikle unutmayın. En küçük bir temayülünüz, tenezzülünüz kişiliğinize, umarınıza, varlığınıza, gerekçelerinize kastedecek ve bedel olacaktır. Buna karşın, bir cehennemliği dinleyecek olursanız (Niçin dinleyesiniz ki!) kendinizi her türlü abur cuburla donatın; ama asla kolay kanmayın. Bir düşduruş noktanız olsun; ama o nokta asla mutlak olmasın. Verili olanın kötü dediği kesinlikle kötü değildir; kaldı ki o (yani verili dizge) işte tam da 'kötü' dediği o uzamda nefes alıp verebiliyordur. Önceden ileri sürdüğümüz kötüyü böyle algılamayın. Gerçek kötülük, gerçek iyiyi içerir: O henüz ve belki ilelebet salt bir kurgudur; ben oluş, insan oluştur, yabancılıktır; düşyaşam, düşülke, düşinsandır; ne pahasına olursa olsun bir karşı çıkıştır; tanımı yapılmamış, sınırları çizilmemiştir; sözlükteki bütün karanlık sözcüklerdir; her türden kısaltmaya karşı çıkıştır.
Bir şiirin iktidar olduğunu, iktidar adayı olduğunu veya iktidar düşü kurduğunu varsayabilir misiniz? ŞİİR SALT MUHALEFETTİR!
Hey umutsuzlar, mutsuzlar! Bu yana gelin. Veya...
GEBERİN!
MECAZ, SAYI 1, ŞUBAT 2000 MUAMMER KARADAŞ
Mezarımdan Notlar 2
Bana ne sizin gündeminizden, kırmızıyı her
gördüğünde saldıran boğa değilim ki! Gözlüğümün camlarının kalınlığını
görseniz, aklınız karışır; bir miyobum ben. Şu da var: Bozuk bir saat bile
günde iki kez doğru zamanı gösterir, bu benim elimde değil. Hadi içelim! Sıcak
saatlerde yaşıyorsunuz: Kendinizi bir elma kurdu gibi düşlemeniz sizi
kurtarmaz. Bu tatlı, ama soğuk sessizliğiniz utandırıyor, doğrusu çok
utandırıyor beni. İyisiniz, hoşsunuz; ama kimsiniz? Bir Doğulu! Doğulu bir
şair, birçok karşıtlığı bir arada yaşama cesareti göstermeli. Bir yandan hiçbir
alınganlık göstermeden, övünmeden ya da yerinmeden Doğululuğu iliklerinizde
duyumsamalı, bir yandan da Batının sizi sık sık kontrpiyede bırakan, ince ince
ördüğü Doğu imgesi dayatmasını saha dışına itmelisiniz. Durulan nokta çok
önemli: Onlar, orda duruyor ve sizi öyle görüyor. Sizin de kendinizi onlar gibi
gömeniz, en azından bir algı bozukluğunuz olduğunu imler. Siz garip
yaratıklarsınız; hem kendinizi, hem onları onların gözünden görüyorsunuz. Hiç
değilse, sizin de onlara ilişkin bir duruş noktanız ve bakışınız olsun. Bu
kadar mı sanal yaşıyorsunuz? Sen seni bil sen seni, ...
Her yaratığın bir ben'i vardır. Öyleyse, siz
de sizsiniz. Bu önemli bir duruş noktası. Yani öteki, yani KARA! Herkes bir
öbürüne göre öyle değil midir? (Ben manyak mıyım, neyim; bu karşılıklı
bağımlılık, bu entegrasyon, bu bu bu —neydi?- globalleşme çağında, bu
post—buzul çağda —Amma laf buldum ha!- neler söylüyorum?!) Hayır hayır, öteki
olmak, KARA olmak sizin başat göreviniz; bunu, pahasına olursa olsun ne,
içselleştirmek zorundasınız; hani şu mozaik meselesi. Bunlar sizin salt
içeriğiniz değil yani, hakkınız ve yükümlülüğünüz de. Neden o olmak
istiyorsunuz ki! Yoksa siz, size sandırılan siz misiniz? Bu, bir çekin ciro
edilmiş halidir. Hadi içelim! "Bu, kulübesinden havlayıp duran da
kim?" demekte haklısınız. Benim üstüme ne vazife? Laf ola beri gele, insan
mezarında da olsa hasbihal istiyor bazen, kahve bahane. Diyorum ki, var olanı
salt betimlemeye yarayan; olan'ın ardından gitmeyi ve onu alkışlamayı;
yaratıcılığın, kimliğin, ben'in önünü kesmeyi amaçlayan çağımız düşünce dizgesi
birçok şeyi olupbittiye getirme peşinde. Buna yalnız ben değil, hiçbir kötü
dayanamaz. Evet, belki olacağın önüne geçilemez; ama var ki ne, rüzgârın önünde
kuru yaprak olmak da gerekmiyor. Hadi içelim!
Sorunu algılayış biçimi kadar, ortaya koyuş biçimi de önemli. Duyular algı oluşturmaya yeterli olmakla birlikte (Algılamayı engelleyen kusurları görmezden geliyorum elbette.),algıladıklarınızı biçimleyip ortaya koymakta siz varsınız, siz gizlisiniz. Kuşkusuz algılayışta da birçok nedenle size görelik vardır; ama, bunların hepsi olanı ortaya koyuş biçimidir sizi asıl ele veren. Buradan bakınca bir Doğulunun algılayış ve ortaya koyuş biçimi önemli derecede değişiktir bir Batılınınkinden; dikkat, daha kötü, aşağı, geri vö. değildir, yalnızca değişiktir. Batılının duruş noktası sahiplenme, yadırgama/yadsıma arasında bir yerdedir. Ona göre, sahiplenmediği, kendisinin veya kendisi saymadığı her şey savaşılacak şeydir -savaş araçları değişik olsa da-. Savaşılacak şey de, aşağılanmayı, küçümsenmeyi, itilmeyi hak eder. Ama Batılı, o savaşılacak şeye ayrıca yoğun bir entelektüel ve duygusal ilgi de duyar: egzotik bir ilgi, sözde gizeme duyduğu ilgi, türün yok olmasını engelleme ilgisi, boş zamanlarını doldurma ilgisi, yaşamını anlamlı ve anlaşılır kılma ilgisi, düşmanını daha yakından tanıma ilgisi, kendisinin ayrı, başka, üstün olduğuna kanıtlama, üstün olduğuna inanma veya bu inancı pekiştirme ilgisi vö.; bir barbara, bir yaban hayvanına, kasırga ya da depreme, mitolojik/masalsı geçmişe, yeni bir tür bir virüse, yağmur ormanlarına, yeni bulunmuş bir kabileye duyduğu ilgiyi.
Sorunu algılayış biçimi kadar, ortaya koyuş biçimi de önemli. Duyular algı oluşturmaya yeterli olmakla birlikte (Algılamayı engelleyen kusurları görmezden geliyorum elbette.),algıladıklarınızı biçimleyip ortaya koymakta siz varsınız, siz gizlisiniz. Kuşkusuz algılayışta da birçok nedenle size görelik vardır; ama, bunların hepsi olanı ortaya koyuş biçimidir sizi asıl ele veren. Buradan bakınca bir Doğulunun algılayış ve ortaya koyuş biçimi önemli derecede değişiktir bir Batılınınkinden; dikkat, daha kötü, aşağı, geri vö. değildir, yalnızca değişiktir. Batılının duruş noktası sahiplenme, yadırgama/yadsıma arasında bir yerdedir. Ona göre, sahiplenmediği, kendisinin veya kendisi saymadığı her şey savaşılacak şeydir -savaş araçları değişik olsa da-. Savaşılacak şey de, aşağılanmayı, küçümsenmeyi, itilmeyi hak eder. Ama Batılı, o savaşılacak şeye ayrıca yoğun bir entelektüel ve duygusal ilgi de duyar: egzotik bir ilgi, sözde gizeme duyduğu ilgi, türün yok olmasını engelleme ilgisi, boş zamanlarını doldurma ilgisi, yaşamını anlamlı ve anlaşılır kılma ilgisi, düşmanını daha yakından tanıma ilgisi, kendisinin ayrı, başka, üstün olduğuna kanıtlama, üstün olduğuna inanma veya bu inancı pekiştirme ilgisi vö.; bir barbara, bir yaban hayvanına, kasırga ya da depreme, mitolojik/masalsı geçmişe, yeni bir tür bir virüse, yağmur ormanlarına, yeni bulunmuş bir kabileye duyduğu ilgiyi.
Bir Doğulunun kendini Batılı sayması, kendini
onların bir parçası görmesi komiktir; bunu bir Doğulunun yerine geçip düşününce
trajikomik. Bir şempanzenin insana özenmesini, bunun için yoğun bir çaba
harcamasını düşünün. Bir Batılıya göre (yazık ki dışardakilere göre de) dünya,
Avrupa düşüncesi çevresinde döner. Bu çarpıklığı eleştiri tezgâhına yatıran
Batılı ve Doğulu aydınlar ve düşünürler, satır aralarında umursamazlıklarını
fısıldarlar.
Zira yüzyıllardır Avrupa merkezli düşünceye
seçenek oluşturabilecek bir Doğu düşüncesi yoktur, gelişememiştir. Bugün Avrupa
düşüncesini besleyen birçok Doğulu aydın ve düşünür (Buna 'tarih bitti'
aforizmasını yumurtlayanı da katıyorum.) de o merkezden beslenerek ve ilginci o
merkezde at koşturuyorlar. Hadi şimdi o Avrupa düşüncesine, çın çın!
Bağışlayın baylar bayanlar, mezarımdan pek de
seçikleştiremiyorum birçok şeyi. Buradan her şey puslu, yakıcı ve acılı
görünüyor. Yine de şempanze örneğinde bir sınırın aşılamazlığını görebiliyorum.
Onların en ünlü, en büyük, en ulu düşünürlerinin kafasında bile (bunu açıkça
söylemeseler de) bu aşılmaz sınır vardır, gizlidir. Haydi siz Asya steplerine!
Oysa Doğulu, hep umutvardır; o da içten içe bunun olanaksız-lığını bilse bile.
Çünkü, bir Doğulu ne yaparsa yapsın, isterse kırk dereden su getirsin, kuş
tutsun isterse ağzıyla bir Doğuludur Batılıya göre. Ona, sözgelimi, hayranlık
duygularını açıklarken bile, "Gördünüz mü şempanze yediye kadar saydı,
papağan “Ali” dedi, şaşkınlığı içindedir. Benim şaştığım, bir Doğuluya göre de
böyledir bu: istersem tek yanlı gümrükleri sıfırlayabilirim, istersem sınır jandarmanız
olurum, isterseniz ben neler yapabilirim neler, kendi mahkemelerimi tanımam
sizin sıradan profesörlerinize on binlerce dolar ödeyerek bütün ticari yazgımı
teslim ederim; üçüncü sınıf yazarlarınızı baş tacı eder, köksüz şiirinizden
bile otlanabilirim; üstelik sizin gücünüzü korumak için uydurduğunuz cılkı
çoktan çıkmış palavralarınız, söylemesi ayıp, benim yol gösterici ilkelerimdir;
siz yeter ki biraz borç verin bana. Bir Doğulu bir Batılıya göre, hele bu baş
belası Türkler mi, asla geçişemez. Ama var ki ne, bir uygarlık idesi varsayıp
bunun da göklerde değil de Batıda olduğunu sanmak sizin açmazınız. Keşke mağara
devrinde yaşamış olsaydım. Teknolojiden, en azından onun kullanılış biçiminden
iğreniyorum. Bu dizgeden çöplenenlere ise hiçbir sözüm yok. Allah yollarını
açık etsin.
Ah zavallı aydın maydın geçinenler (Valla
politikacılara hiçbir sözüm yok, n'olur n'olmaz!), nasıl da göbek atıyorsunuz
onların bir parçası oluyoruz diye. Sizi aralarına, içlerine alıp kendilerinden
sayacaklarını sanıyorsunuz. Doğrusu size kızamıyor, kıyamıyorum. Yeterince
feministiniz, eşcinseliniz, sivil toplumcu-nuz, modacınız, mankeniniz,
borsanız, STÖ'nüz vö. var. (Aydınınız, felsefeciniz, yazarınız, şairiniz,
düşünürünüz, politikacınız vö. yokmuş ne gam, o kadarcık kusur kadı kızında da
bulunur.).
Niye kızayım ki, bu sizin bin bir yenilgiden
sonra en yakın düşülkeniz; kansız, barutsuz. Canlarım benim, velinimetlerim
aldanmaya ne kadar yatkınsınız. Bir cüceyken bir tansığın sizi birden bire bir
dev yapacağını sanıyorsunuz; şempanzelikten insana evrileceğinizi
düşlüyorsunuz. Var mı öyle üç kurusa beş köfte? Ders alınsaydı hiç tekerrür
eder miydi tarih? Ne demişler, gelecek geçmişin kopyasıdır; bütün o postmodern
şapşallıklara, patavatsızlıklara, alınganlıklara karşın. Hiçbir akıllı
Amerikalı Wilson İlkeleri'nden, hiçbir 'dost' Avrupalı Voltaire'in vö. sizin
hakkınızda düşündüklerinden size daha yakın değil. Haklı olup olmadıkları ise
insafınıza kalmış.
Ben olsam, var ya, önce bir düşduruş noktası
yaratırdım kendime. Şöyle sağlam, seksiz şüphesiz, egzoz dumanlarından, sanal
cangıldan, kör hayranlıklardan uzakta. Biliyorum, düş kurmakta üstünüze yok,
özellikle sözüm ona iletiştiğiniz o pırıl pırıl, renkli aptallık arenasında.
Biliyor musunuz ki gelir dağılımınız en az yüz dolarla (Çok mu iyimser oldu
acaba?) en çok yüz bin dolar arasında bir skalaya takılmış. Durup
sakallarınızdaki bitleri temizlemek yerine uluorta onlara ve kendinize
hayranlık şarkıları besteliyor, yüce cennet katına kabulünüzü umuyorsunuz.
Biliyor musunuz ki onların (ders kitaplarınızda aşağılayıp durduğunuz)
Ortaçağda uyguladıkları işkenceleri daha yeni yeni uyguluyorsunuz siz. Örgün
eğitimde geçirdiğiniz yıl ortalaması üç civarında efendiler! Gelin tükürün
mezarıma, kabulümdür; ama, önce bir düşduruş noktası yaratın kendinize, sonra
sızlanın, "Ulan, en baba şiir kitabı 500-1000 satıyor." diye!
Bir bakın aynada yüzünüze, hepsi ithal: bakışınız, duruşunuz, öfkelenmeniz, susuşunuz, sevişmeniz, surat asmanız, şiiriniz, romanınız, resminiz... Size ait olan ne var Allah aşkına, ne var?! Önce kendiniz olmanız gerekiyor, dostlarım, kendiniz! Hey çok kolay iletiştiğini sanan magandalar, afra tafrayla dolaşan zontalar, ateşi alıp külü savurmakta üstünüze yok; haydi bir ateş de siz yakın dediler mi, hepiniz kıl, tüy; bin bir kanaldan bin bir mazeret. Kolay elbette Abdülhak Hamit gibi, adamların üçüncü sınıf düşünce-lerinden aparıp bu zavallı topluma renkli yumurtlamak. Nasıl olsa yer bu zavallı fareler; çünkü onlar, ben sana hayran, sen cama tırman. Aaa! Hiç içmiyorsunuz ama, hadi şerefe!
Bir bakın aynada yüzünüze, hepsi ithal: bakışınız, duruşunuz, öfkelenmeniz, susuşunuz, sevişmeniz, surat asmanız, şiiriniz, romanınız, resminiz... Size ait olan ne var Allah aşkına, ne var?! Önce kendiniz olmanız gerekiyor, dostlarım, kendiniz! Hey çok kolay iletiştiğini sanan magandalar, afra tafrayla dolaşan zontalar, ateşi alıp külü savurmakta üstünüze yok; haydi bir ateş de siz yakın dediler mi, hepiniz kıl, tüy; bin bir kanaldan bin bir mazeret. Kolay elbette Abdülhak Hamit gibi, adamların üçüncü sınıf düşünce-lerinden aparıp bu zavallı topluma renkli yumurtlamak. Nasıl olsa yer bu zavallı fareler; çünkü onlar, ben sana hayran, sen cama tırman. Aaa! Hiç içmiyorsunuz ama, hadi şerefe!
Çizmeli kedi işini biliyor, bir parmak balın
düşünü kurdurup yutturuyor size allayıp pulluyor miadı dolmuş, tarihin çöp
sepetinden devşirilmiş düşünceleri, tahkimi, çağdışı kalmış nükleer santrallerini;
hem demode teknolojisini kakalayacak, hem yok edecek o canım cicim yeryüzü
cennetlerini. Yok edecek ki... Bir taşla kaç kuş, vay anam vay! Ah zavallı
dostlarım, salağın biri "tarih bitti" dedi diye ne biçim havalara
soktu sizi, ne umutlar yarattı sizde. Tarih bittiyse kimse geçmişinizi anımsamayacaktı
sizin ve siz pir ü pak yeniden çıkacaktınız o olağanüstü jeopolitik,
jeostratejik konumunuzla sahneye. Paradoks sizin yazgınız ve kuşkunuz olmasın,
kimse alamaz bu kutsal nimeti elinizden. Haydi fondip!
Yo yo, ölüysem de aptal değilim, madalyonun öbür yüzüyle de ilgiliyim elbette. Ben unutmuyorum, siz de unutmayın, acınası Enver Paşa'dan beri yeryüzüne egemen olma düşünün ardından koşan Hitler artıkları, Fatihlerin ardılları bugün iktidar ortağı.
Yo yo, ölüysem de aptal değilim, madalyonun öbür yüzüyle de ilgiliyim elbette. Ben unutmuyorum, siz de unutmayın, acınası Enver Paşa'dan beri yeryüzüne egemen olma düşünün ardından koşan Hitler artıkları, Fatihlerin ardılları bugün iktidar ortağı.
Kusura bakmayın arkadaş, valla bu küçük,
mercimek tanesi beynime kalırsa tarih bitmedi, belki yeniden başlıyor. Ama,
bakın, kılık değiştirmiş olmasına benim bile itirazım yok. Olağanüstü, görkemli
bir yanılsamanın kurbanıyız kuşkusuz; çünkü, inişsiz yokuş, bir aldatmacadan
başka ne olabilir ki!
Yaşadığınızı belirleyen, sizi oradan oraya deliler gibi koşturup duran (en ücra köydeki köylüyü bile), beyninizde ha babam de babam boza pişiren, sizi öldürüp öldürüp dirilten yazık ki gerçek bir gerçek değil, salt dil; yani iletişim araçlarınız her türden. Medya mı ne diyorsunuz ya işte o sivil ve sanal cunta.
Yahu, sizin paxamericanoya bir diyet borcunuz mu var yoksa?! Yoksa siz bir'in mutlaklığına, kusallığına gerçekten inanıyor musunuz?
Yaşadığınızı belirleyen, sizi oradan oraya deliler gibi koşturup duran (en ücra köydeki köylüyü bile), beyninizde ha babam de babam boza pişiren, sizi öldürüp öldürüp dirilten yazık ki gerçek bir gerçek değil, salt dil; yani iletişim araçlarınız her türden. Medya mı ne diyorsunuz ya işte o sivil ve sanal cunta.
Yahu, sizin paxamericanoya bir diyet borcunuz mu var yoksa?! Yoksa siz bir'in mutlaklığına, kusallığına gerçekten inanıyor musunuz?
Allah müstehakınızı versin e mi?!
MECAZ, SAYI 2, MART 2000 MUAMMER KARADAŞ
Yorumlar
Yorum Gönder