BENİM YURDUM “HİÇ”TİR…
Murat Şeker yazmamı önerince; deneyelim dedim ne yitiririz.
Yazmak, kimi kez dindirir acıları; dindirmese de unutturur.
Dedim dedim de, yıllardır yazmamış olmanın getirdiği
zorluklar dağ gibi dikildi karşıma. Bir yandan hamlamış bir kalem, bir yandan
kördüğüm olmuş onca sorun. Nasıl çıkılır ki içinden? Siyasi sorunlara mı el
atsam? Yoksa şöyle ufaktan düşüncenin sınırlarında mı gezinsem? Yok yok en iyisi yazınsal konularda kalem
oynatmak. Bunca yıllık deneyimden (30
yıl) sonra mesleki (eğitim-öğretim) konularda da konuşsam hoş görülürüm,
sanırım. Şöyle havadan sudan, okuyanı sıkmayan hafif konular mı bulsam yoksa?
Sonunda anladım ki, aşure tadında ve kıvamında olacak yazılarım:
Biraz ondan biraz bundan, biraz şuradan biraz buradan. Olursa olur, olmazsa sırtımızda yumurta küfesi
yok ya…
Aslında ben oldukça karamsar, kötümser, mutsuz; dahası
umutsuz bir kişiliğim. Ama herkesin derdi kendine yeterken, ülke benim duygu dünyamdan daha büyük bir
karanlığa itilirken kim ilgilenir ki benim pıhtılaşmış kişisel karanlığımla.
Şöyle de bakılabilir elbet: Bireyi
oluşturan karmaşık bir süreçtir, dolayısıyla benim kişisel sıkışmışlığımda,
açmazlarımda, acılarımda ülkemin tarihinin de yadsınamaz oranda payı var. Bu
demek ki, kendimi anlatsam ülkemi ve tarihsel bir kesiti, ülkemi anlatsam
kendimi anlatmış olurum. Belki.
Ama belki, doğa gibi ülke de doğum sancıları içindedir.
Doğa, ağır ağır, canhıraş bahara gün alırken, ülkede de o bahar günlerinde bir
umut ışığı beliriverir, kim bilir. Zavallı halkımız hiç görmemişe dönmese de,
bir umut ışığıyla flörte başlayabilir.
Sözün özü şu: Kış pılısını pırtısını toplayıp gitmeye
hazırlanır; cıvıl cıvıl, kımıl kımıl bir bahar, henüz filizlenen aşk sancıları
gibi kendini belli ederken, ülke tarihsel bir dönemece girmek üzereyken ey
fani, acılarını çarşaf çarşaf sergilemenin âlemi var mı? Diyorum, diyorum ama
kendime de engel olamıyorum.
Ben, bir “HİÇ”in içinde kıvranıp duruyorum. “Hiç” sinsi
sinsi ilerleyen mantar sayrılığı gibi sardı, ele geçirdi beni. “Hiç”ten,
“hiçlik”ten kurtulup bir anlam bulamıyorum kendime ve yaşama. Bu, varoluşsal
bir sorun. Kuşkusuz, bu tür sorunların adı, düşünce insanlarınca çoktan konmuş,
sınırı çizilmiş, tanımları yapılmış, tartışılmış; bu konuda yeni bir şey
söylemek gibi bir savım yok. Ben,
kendime parmak basıyorum, kendi acılarıma, kendi yarama. “Hiç”, ne zaman yurdum
oldu, “hiç”i ne zaman keşfettim veya “hiç” ne zaman ele geçirdi beni, tam
olarak bilmiyorum.
Zaman zaman yaşama sevinci de duymuyor değilim elbet. Fotoğraflarda çocukluğumu gördüğümde, tarihin
derinliklerinden gelen bir dostla karşılaştığımda, ara kez oğlumu gördüğümde,
anamın sesini duyduğumda, aşklarımı anımsadığımda, doğanın dirilişine tanık
olduğumda, bir çiçeğin, bir kelebeğin kozasını terk edişine tanık olduğumda…
içimde bir gıcıklanma, bir seğirme, bir ürperme
olur, olmaz mı? Orgazm süreçleri de var elbet, yadsıyamam. Düşler de var sonra
beni görkemlere, olağanüstülüklere taşıyan, uyanmayı hiç istemediğim. Kar kalkar kalkmaz açan çiğdem, hemen ardından
ötmeye başlayan bülbüller, kanaryalar, sakalar; tatlı sert esen ilkyaz yelleri;
kanına karın karıştığı o şırıl şırıl dereler…
beni de delirtiyor, delirtmez mi?
Yorumlar
Yorum Gönder