MUAMMER KARADAŞ İLE YİTİK YANKI ÜZERİNE

 




MUAMMER KARADAŞ İLE YİTİK YANKI ÜZERİNE

Hakan Unutmaz

Toplu yapıtları seviyorum. Elimden geldiğince de edinmeye çalışıyorum. Bilhassa şiirleri… Klaros Yayınları son bir yıl içerisinde birçok şairin bu türde eserini yayımladı. Yayınevi içindeki dostlardan öğrendiğim kadarıyla da yayımına devam edecek gibi görünüyor. Şiir için gayet olumlu bir hava yakalandığını düşünüyorum. Bu sayede gözden kaçırdığımız, sahaflarda ateş pahası olan bazı eserleri şairin günceli ile birlikte okuyup karşılaştırabiliyoruz. Şairleri derinden tanıma fırsatı yakalıyoruz. Okuma listeme aldığım isimlerden biri de “Yitik Yankı” adıyla şiirlerini toplayan Muammer Karadaş oldu. Kendisini geç tanımış olmanın burukluğu ile şairin affına sığınmak isterim. Affettirmek adına da Karadaş’a birkaç soru yönelttim.

 

1)      Küçük bir sosyal araştırma ile yaşam öykünüze ulaştım. Dili kullanış biçiminizin mesleğinizi ele verdiğini de belirtmek isterim. Şiirden romana, incelemeden, öyküye denemeye birçok türde eser veren üretken bir isimsiniz. Hemen hemen aynı türlerde eser vermiş biri olarak sürecin zorluğunun farkındayım. En azından ben çok zorlanıyor, yoruluyorum. Peki, siz nasıl başarıyorsunuz? Bu kadar farklı türde eser verişinizin serüveni nasıl başladı? Kısacası edebiyat, hayatınızın ne denli önemli noktasında?

 

Klaros Yayınları edebiyatımızda, özellikle şiirde bir süpernova gibi patladı. Bir, bir buçuk yıl gibi kısa bir sürede onca kitabı yayımlamak hem cesaret hem övgüye değer bir olay. Kutluyor, sürmesini diliyorum.

Sorunuz sanırım bir ironi içeriyor: Atmış yıllık yaşamıma beş şiir, bir inceleme kitabı bir de roman sığdırabildim. Elbette kitaplaşmamış deneme sayılabilecek yazılarla birkaç öyküm var; ama o kadar.

Kafama estiğinde yazan biriyim; bununla övünmüyor, tersine yazıklanıyorum. Dilerdim ki tuzu kuru biri olaydım da yalnızca yazaydım. Yokluğun, yoksullluğun, yoksunluğun kara dünyasından gelen biri olarak elimden bu kadarı geldi. (Tembelliğime herhangi bir mazeret uydurulamaz elbette.)   Kafamda binlerce şiir, yazı, roman, öykü var; kıvrım kıvrım kıvranıyor beynim. Evet, yaşamöyküm bu konuda oldukça açıklayıcı kanımca.

Edebiyat, yaşamımın kaçınılmaz bir öğesi; ilk şiiri, ilk romanı okuduğumdan bu yana böyle bu. Şiirler yazar, öyküler, denemeler tasarlarken istemeyerek de olsa edebiyat öğretmeni oldum. Dolayısıyla edebiyatla kuşatıldım. Demem o ki, zaman zaman ben edebiyatı bıraksam da edebiyat beni hiç bırakmadı.

 

2)      Şiirlerinizde farklı nazım şekilleri kullanmanız göze çarpıyor. Koşma okurken bir anda haiku ile karşılaşıyoruz, gazelden sonra rubaiye alışmışken hemen bir serbest nazım geliyor. Türlere hâkim olduğunuzun göstergesi aslında bu. Buna zenginlik mi yoksa arayış mı demeliyiz? Nasıl adlandıralım?

 

İlk şiirimi ortaokul birinci sınıfta yazdım: Toprak. Âşık Veysel’e öykünen, koşma-türkü karışımı bir şiirdi. Ölçülü uyaklı çok sayıda manzume yazdım. Lisede tek tük aşk şiiri, ama daha çok devrimci-didaktik şeyler karaladım. Sanırım şiir denebilecek şeyleri lise bittikten sonra yazmaya başladım. Özellikle üniversite yaşamım şiire daha bilinçli yaklaştığım yıllar oldu. Bu yıllar aynı zamanda, edebiyatla profesyonel anlamda ilgilendiğim, içli dışlı olduğum yıllardır. Şiirin yalnızca kılgısıyla değil kuramıyla ilgili de uğraşmaya başladım. Mesleğim gereği Türk ve dünya şiirini anlamaya, şiir sanatını, edebiyatını, dahası kültür ve felsefesini öğrenmeye çabaladım. (Bugün görüyorum ki ne kadar cılızmış öğrendiklerim.) Bu da beni sürekli bir aramaya, yeniden yeniden denemeye, devingen kılmaya zorladı. Özellikle radyoda yayımlanan türküler aracılığıyla halk şiirinin içine doğmuş olan ben, ortaokul ve lise yıllarında (zamanın edebiyat dergileri ve devrimci şairleri aracılığıyla) modern şiirle, ardından dünya şiiriyle tanıştım. Üniversite yıllarıyla saf şiirciler  (özellikle Ahmet Haşim) ve Divan şiiriyle karşılaştım. Şiir atlasımın bu kadar genişlemesi yukarıdaki saptamanızın açıklaması sayılabilir. Kısaca bu hem bir zenginlik bence hem de arayış.

Yaşam ve şiir kılgısı o kadar karmaşık ve zengin ki belli tarz yakalayıp o tarzda ustalaşmaya usum yatmadı. Hem şiirde hem de yaşamda hep aramaya ve acemi kalmaya (Bu bakımdan öncülüm Turgut Uyar’dır.) yargılıyım sanki. Ustalık, şairin önünü keser, onu kalıplaşıp dondurmaya, kendini yinelemeye zorlar. Acemilik; aramak, diken üstünde ve devingen olmak, zamanı sorgulayıp anlamaya çabalamaktır.  Bu bakımdan acemilik, ustalaşmaktan daha gerekli ve erdemli görünüyor bana.

Bendeki değişim süreklidir; bu nedenle şiir serüveninde bir veya birkaç kez köklü dönüşümler yaşayan şairler (örneğin Oktay Rifat, Melih Cevdet, Behçet Necatigil, Orhan Veli…) gibi değilim; bu bakımdan, belki daha çok yukarıda, büyük bir sevgiyle andığım, Turgut Uyar’la karşılaştırılabilirim.

 

3)      Şiirlerde güncel dilin fazlası ile kullanıldığını görüyorum. Mesela “Çizgisiz Birinci Hamur Kâğıt, H5 Kurşunkalem” başlığı ya da “(Kredi kartına taksit olur.)” gibi dizelerin geçtiği “Eskici” bölümü altını çizdiğim bazı örnekler. Kimine göre bu güncellik şiirin kalıcılığını öldürürken kimi de her şiirin zamanını yansıtması gerektiğini söylüyor. Hangisine inanmalıyız? Kalıcı kılmak için geleneğe mi yaslanmalı, tüm zaman sözcükler mi kullanmalıyız? Ya da eser, yazılmış olduğu çağımı yansıtmalıdır?

 

Bilmem, şiir zamandan münezzeh midir yoksa zamanın ruhunu mu taşır içinde. En soyut en genelgeçer şiirlerde bile şiirin zamanını yakalayabilirsiniz. Çünkü şair de şiir de belli, kısa, ayraç içinde bir zamanın ürünüdür; zamandan, mekândan bağımsız ne var ki şiir olsun? Çağını yansıtmayan bir şiir… böyle bir şey bilmiyorum. “H5 kurşunkalem” ya da “kredi kartı” teknolojik birer ürün olarak zamanla sınırlıdır, evet. Ama, dilde, şiir ve yazında eskiyen, zamana yenik düşen ne çok sözcük var. Örneğin Türk şiir ve yazınında “telgraf” sözcüğünü araştırmak yeter. Benim şiirlerimde irkiltici olan, şiirlerde sıkça kullanılmayan (kimilerince şiire yakıştırılamayan) kimi sözcüklerin kullanılmış olmasıdır, yoksa zaman içinde eskiyecek olması değil.

Kanımca şiirin kalıcılığı şiirde kullanılan sözcüklerden çok insan değip değmemesi, ulaşıp ulaşmamasıyla daha çok ilgili ve insanı, evrensel “insan”ı yakalayıp yakalayamamasıyla. On Binlerin Dönüşü spesifik bir olayı anlatır, ama binlerce yıl öteden gürültüsünü duyarız o ordunun. Böyle yüzlerce şiir sayabiliriz somut bir durumu, tarihsel bir olayı anlatan.

Yine şiirlerimden anlaşılabileceği gibi gelenekle soluklanan çağdaş bir şairim ben. Geleneği çağdaşın içinde eritmeye, çağdaşla geleneği meczetmeye çalışan bir şairim ben. İsteyen geleneği, isteyen çağdaşı görmezden gelebilir; bu onların kötü şair olduğunu göstermez. İnsana değen, dokunan, ulaşan şiir varlığını sürdürebilir kanımca. Deneyselliklerinin dışında ne dadaizmin ne letrizmin yaşarlığı olur. Salt sözcüğe, salt dile dayanan şiir (belki şiirdir, okullarda okutulur ama) varlığını sürdürebilir mi?

Kanımca yaşamdaki devinim mutlak saptamalara izin vermiyor. Yani, yeryüzünde şair, dahası şiir kadar şiir tanımı vardır, derler. Yeni bir şiir tanımı yapacak kadar şair miyim, onu bilmem; ama kimi soyut şiirler vardır ki ölmezdir (Boudelaire, Rimbaud, sürrealistler, Tanpınar, Cansever, Cemal Süreya, Baki, Nedim, Nabi…);  kimi tarihsel altyapısı olan şiirler (Homeros, Langston Hughes, Neruda, Elitis, Ritsos, Eluard, birçok Nâzım şiiri…) de öyledir.

Ben isterim ki şiirim zamanımın ve yaşamımın tanığı olsun, “ben”de, şiirimde bütün insanlık ışıldasın; ben isterim ki bin yıl sonra (yaşayacaksa elbet) ülkem, halkım zonklasın şiirimin şahdamarlarında, güp güp güp atsın. Bunu beceremediğimin ayrımındayım, ama isterdim. Yalnız, elbette yereli söyleyip evrenseli yakalamayı asla ıskalamak istemem.

 

4)      Şiirleriniz arasında toplumsal sorunlara sıkça değinildiği hemen fark ediliyor. “Denizi Anne Sanan Göçmen Çocuk”, “Cumartesi Anneleri İçin” şiirleri ve “Ateşten Yontulanlar ya da Işık Yanığı” bölümü buna örnek gösterilebilir. Böyle bir dünyada/ülkede edebiyatla bir şeyleri değiştirme şansımız var mı? Sosyal sorunların şiirde kullanımına nasıl bakıyorsunuz? Bunlar hangi kararda işlenmeli, kullanılmalı?

 

Kanımca çağına yabancılaşan şiir çabuk fosilleşir; kalır, ama fosil olarak. Kimi dramlar var ki, hem evrensel hem genel geçer. Göç sorunu (Denizi Anne Sanan Çocuk) insanın ayağa kalkmasından bu yana insanlığın yazgısı olmuş, şiirlere, romanlara, öykülere, oyunlara, resimlere konu olmuş. Böyle korkunç bir trajediye uzak ve yabancı kalmak eksiltir aslında şairi. “Cumartesi Anneleri” de her çağda, her ülkede, her rejimde yaşanmış başka bir trajedi. Bir insanı hiçbir iz bırakmadan kaybetmek… ne kadar korkunç, ne kadar yürek burkan bir gerçek ne delici bir acı. Şair acılardan oyar şiirini, bir acı güncel diye o acıya uzak durmak… olmaz, öyle bir şiir sahici olmaz. Bu konuları yazdığım için değil, yeterince, ağırlığınca yazamadığım, yazmaya geç kaldığım için yeriniyorum. Hemen hemen aynı şeyleri “Ateşten Yontulanlar ya da Işık Yanığı” için de söyleyebilirim: Yeryüzünde eşi benzeri çok az olan trajedilerden biri bence Sivas acısı, Madımak gerçeği… Böyle olaylardan sonra nasıl yaşadığımıza, nasıl gülüp oynayabildiğimize, dahası nasıl yazdığımıza şaşıyorum. O olay yaşanırken sabaha kadar ağladım, öfkeden kudurdum, kendimi yedim bitirdim. Uzun yıllar şiirini yazamadım. Anımsadıkça yürek çarpıntımdan, içimde yaşanan depremden korkuyorum. Bu şiirlerin geleceğe kalıp kalamayacağıyla ilgili bahse girmem, ama yazmak zorundaydım, zorundayım.

 

5)      Üniversite öğrencileri arasında bir edebiyat soruşturması gerçekleştirmekteyim. Üç bölümden (Türk Dili ve Edebiyatı, Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği, Türkçe Öğretmenliği) toplam 506 öğrenciye sorular yönelttim ve çok ilginç cevaplar çıktı ortaya. Bu sorulardan bazılarını günümüzde şiir yayımlayanlara da yöneltmeye başladım. Hâliyle size de sormak istiyorum. Şiirinizi oluştururken etkilendiğiniz, beslendiğiniz şairler var mıydı? Varsa bunlar kimlerdi? Ortaöğretim veya lisans kademesinde verilen edebiyat dersleri, şiir birikiminizi ne kadar etkiledi? Yaşayan şairlerden hangilerini takip ediyorsunuz? Takip ettikleriniz arasında beğendikleriniz hangileri? En son ne zaman ve hangi şiir kitabını satın aldınız?

 

Yukarıda birazcık değindim: Bir köy çocuğu olarak önce radyo tanıştırdı beni şiirle, türküyle, tiyatroyla… Yani hamurumda radyo var öncelikle, ardından ilkokul ve ortakul 1. sınıf Türkçe öğretmenim. Ortaokul 2. ve 3. sınıfı yatılı okudum; bu dönem entelektüel yaşamımda başlangıç ve birikim olarak çok önemli bir yer tutar. Gerçek anlamda, kitapla, gazeteyle, dergiyle bu dönemde tanıştım. Bu dönemle birlikte Ahmet Arif, Enver Gökçe Nâzım Hikmet, Bertolt Brecht, Nicolas Guillen, Pablo Neruda, Paul Eluard, Aragon, Mayakovski, Yesenin çıktı karşıma ve böyle sürdü gitti. Liseyi Ankara’da, yine yatılı okudum; çok çalkantılı yıllardı, ama siyasi kitap ve dergilerin yanında şiir ve edebiyat dergileriyle bağımı hiç koparmadım. Dönem gereği okuduğumuz kitaplar, dergileri, gazeteler, şair ve şiirler sol ve sosyalistti. Bu bakımdan yukarıda saydığım şairler ve anımsayamadıklarım beslenip etkilendiğim şairlerdir.

Üniversitede yalnızca sol/sosyalist şair ve yazarlar değil bunun dışında kalan birçok yazar ve şair girdi yaşamıma, Divan şairlerinin yanında özellikle sembolist şairler (başta Baudelaire olmak üzere) önde gelir. Üniversite’nin son yıllarında Ahmet Haşim etkiledi beni. Tevfik Fikret’in şiirinden değil belki, ama şiirine sızan yaşamından, dünyaya bakış açısından etkilendim ve beslendim. Bu bağlamda, birçok şairin söyleyebileceği gibi aşılmaz bir engel gibi hep Nâzım vardı bu yıllarda yaşamımda. Eşzamanlı olarak Divan şiiriyle tanıştım; Bâki’den, Fuzuli’den, Nedim’den etkilendim. 12 Eylül sonrası zor zamanlarda radarıma (yine birçok şair gibi) 2. Yeni girdi ve bu dönemde 2. Yeni şairlerinden (özellikle Turgut Uyar, Edip Cansever ve Cemal Süreya’dan) çok etkilendim. Şiirim bir ağaç ise en kalın dallarından biri 2. Yeni’dir diyebilirim. Turgut Uyar hem poetik tutumu hem şiire yaklaşımı hem temaları hem de işleyiş biçimiyle beni çok etkiledi ve besledi.

Üniversite’nin ikinci yılından sonra küflü bakışlarıyla dinci ve tarikatçı bir kadroya maruz kaldık. Geniş bir dünya görüşüyle oluşmuş beynimiz bu kadrodan bir şey öğrenmeye direndi. Üniversite, öğretim üyeleri kadrosu açısından (ilk bir iki yıl dışında) bana pek bir şey katmadı, diyebilirim. Ancak, Ankara’da yaşadığım üniversite sürecini çok iyi değerlendirdim sanırım. Kendi çabalarımla, üniversitedeki kadrodan daha iyi eğittim kendimi. İlk şiirimi de bu dönemde (1983 Haziran), 12 Eylül’den sonra yayımlanan ilk devrimci edebiyat ve kültür dergisi olan Yarın’da yayımladım.

6)      Peki, okurlar bundan sonra Karadaş’tan nasıl çalışmalar okuyabilecek? Yayımlamayı düşündüğünüz yeni çalışmalarınız var mı?

 

Ne çok şeye niyet ettim, ne çok şiir, roman, öykü, deneme, oyun yazacaktım; hiçbiri gerçekleşmedi. Aziz Nesin’in öyküsünde olduğu gibi, yaşamım ertelemekle geçti. Ben gerçekten çok tembel bir adamım, bu nedenle bundan sonraki süreçle ilgili belirgin bir öngörüm yok; ama yazmak istiyorum…

Yorumlar

  1. Bu fotograf ta felsefeci şair Veysel(baba) Öngören'e çok benzemişsin dostum... Muhteşem bir insandı. Dil-Tarihte Ataollarla beraber okumuş çok güzel bir insandı... Gözlerinden öperim

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

İzleyici Neye Bakıyor?