ÖYKÜLER

 

  1. HERHANGİ BİR GÜN


İnce ince kıyılmış yeşil çimenler gibi bir sessizlik çökmüştü odaya. Sessizlik, bütün ayrıntılara, bütün boşluklara, bütün ırıklara sızmıştı. Elle tutulabilecek kadar somut bir varlıktı sessizlik. Bütün yönlerden
birden hıçkırıyordu. Ayrımsayana dayanılmaz gelecek bir tırmalayıcılığı vardı. Dışarıda, bu güney kentinin alışık olmadığı biçimde kuşbaşı kar yağıyordu. Görmeyip duyumsadığı kara bakmak için iri, kırmızı gül desenli perdeyi araladı. Pencerenin önünde bir süre kaldıktan sonra birden, buğulanmış camdan başka bir şey görmediğini ayrımsadı. Perdeyi bez gibi kullanarak sildi camı. Şimdi daha bir sindirerek izliyordu karı: Döne döne, kutsal bir törendeymiş gibi büyük bir sessizlik ve huşu içinde gizemle dökülüyordu yere. Hiç ivedisiz, salına salına, yumak yumak iniyordu. Sanki yer, kavuşmak istediği sevgilisiymiş gibi, onda yok olmak, bir pervane gibi kavrulmak son isteğiymiş gibi dokunur dokunmaz eriyordu. İçinde, yeri ve nedeni tam belirlenemeyen bir sızının yeniden kıpırdadığını duydu. Yıllardır zaman zaman huysuzlanan bir bebek gibi taşıyordu içinde bu sızıyı. Böyle anlarda bir yerlerinden bir şeyler çekilir, belirgin bir boşluk duygusu sanki ikinci bir varlıkmış gibi, soluk alıp ver-meye başlardı içinde.
Dayanılmaz ve engellenemez bir duygu boşalmasının ilk belirtileriydi bu durum. Böyle durumlarda sarsıla sarsıla dakikalarca ağladığı olmuştu.
Kaç kez bir ad koymaya çalıştı buna.  Bir ad koyabilsem, biliyorum, kurtulacağım. Adlandırabilsem somutlayacağım düşmanı, savaşmam daha kolay olacak onunla. Oysa, görünmeyen bir düşmana karşı savaşmak… Yeniliyorum, evet hep yeniliyorum. Buna bir ad koyamamak da ayrıca yoruyordu onu. Evet, uslanmaz mutsuzluğuna, çıkışsızlığına bedeninin kendince bir tepkisiydi bu.

Ama mutsuzluk bir ad değil ki, olsa olsa bir durum, o kadar! Yani Bay Yazar, bilgiçlik yapmayın; adlandırılan şey tanımlanmıştır değil mi? Tanımlayabilseydim ele geçirir ve üstesinden gelirdim onun. Yani
mutsuzluk, onun her tavrını, her edimini, kısaca bütün yaşantısını biçimleyen bir olgu. Daha doğrusu, bütün varlığına sinmiş, onu o olarak var eden bir kişilik özelliğiydi.
Kar ayinini sürdürüyordu, küçülmüş ve sıklaşmış olarak. Ortalıktaki kirli ve soğuk beyazlıktan günün hangi saatinin yaşandığını kestirmek zordu. Uzaklarda kimi evlerde tek tük ışıklar yanıyorduysa da bundan, akşamın olduğu kanısına varmak doğru olmayabilirdi. Karın altına uzanmış, birkaç kuru ağaçtan başka üstünde bir şey görünmeyen boş arazi, yüreğindeki sıkışma duygusunu daha da artıyordu. Kızgın çelikten bir çembere sıkışmış gibiydi. Sanki kar, ateş damlaları biçiminde yüreğine yağıyordu İçindeki ıssızlığı, yoğun ıssızlığı eritiyor, bir ateş seli olarak yayıyordu bütün yüreğine. Soğuk, görünmez bir el dolaştı sırtında. Ürperdi.
Ne bir anımsama, ne bir düş! Ne bir düş… Aşağılarda, belli belirsiz bir siluet olarak görünen bir ağaca takıldı gözü. Kar tanecikleri, ağaca yaklaşır yaklaşmaz, sanki ona söyleyecekleri gizli bir şeyleri varmış gibi, ilgiyle bakılmazsa algılanamayacak kadar kısa bir süre çevresinde oyalanıyor, sonra daha da hızlanarak düşüyorlardı. Yoksul ama onurlu bir çocuk gibi, sızlanmadan dimdik öylece bekliyordu ağaç. Ayaklarının üşümeye başladığını duyumsadı. Pencereden ayrılıp kollarını sallayarak zıpladı bir
süre. Durdu. Odadaki yoğunlaşıp katılaşmış sessizliği, ne idüğü belirsiz bir ezgiyi ıslıkla çalarak kırmayı denedi. Beğenmedi. Sustu. Soğuktu oda; epeyce büyük olduğundan gaz sobası ısıtmaya yetmiyordu.
Yere, sobanın önüne oturdu. Yine, açık duran gazetedeki o kadının fotoğrafına kaydı gözü ister istemez. Suçlu suçlu, okuduklarını anlamadan çevirdi sayfaları. Beklentisiz, bıkkın. Kalktı. Bir süre dolaştı odanın içinde, kararsız. Devinimleri yarı bilinçsiz gibiydi. Beyni çağrışımdan çağrışıma sıçrıyor; ama çağrışımların ardına düşüp belirginleştirmeye, dizgeleştirmeye çalışmıyordu hiç. Uğraksız/Dalgın/Bitik. Gereksiz, elini kolunu oynatıyor, ara sıra, bir tehlike söz konusuymuş gibi gözlerini kırpıştırıyordu. Bir kitap aldı, gelişigüzel çevirdi sayfaları. Bıraktı, başka birini aldı. Öfkeyle fırlattı elinden, başka birini aldı…
Sonunda inadını yenip radyonun düğmesini çevirdi: Hiçbir ses gelmemesine şaşırır gibi oldu bir an.
Hoşuna gitti şaşkınlığı: – Demek hâlâ yaşıyorum! Çabuk adımlarla gitti, lambanın düğmesine bastı:

Elektrik kesilmişti. Yüz çizgilerinde görülür hiçbir değişiklik olmadı. Sırtını sobaya verip yeniden oturdu. Kendine güvenen devinimlerle, piyanist kadının fotoğrafının bulunduğu sayfayı yeniden açtı. Az sonra, işte henüz bütünüyle dumura uğramamış bir coşkunun bedenine yayıldığını duyumsadı. Hoşnutluğunu dudaklarından, gözlerinden, seğiren çenesinden ince bir gülümseme biçiminde dışa vurdu: Bu, kekeme duyarlığım benim! Çerçi Amca, al pabuçlarımı; bana az umut tart.
Bir geç kalmışlık duygusu. Geç kalmışlık duygusundan sıyrılır gibi oldu bir an. – Hâlâ bir şeyler yapabilirim belki. Belki daha sona ermemiştir her şey, ha? Bütün kapılar… yani yollar kapanmamıştır, ne dersin?! Kadının iri iri, ışıl ışıl gözleri, Monaliza’dan biraz daha belirgin gülen gözleri, içindeki
pıhtılaşmış karanlığa bir iğne batırmıştı sanki. Bir ışık/Bir yol/Bir çıkış/Bir… Silik de olsa, nereye çıkacağı tam olarak kestirilemese de… Yol da neydi? O yolda yürüyecek birisi olmadıktan sonra!
Parmağını boşluğa doğru sallayarak: – Evet, bir şeyler yapabilirim hâlâ, küçük bir karışıklık çıkarabilirim, akışı tersine… Değil mi? Biraz daha… Eee, biraz daha zaman tanımalıyım kendime, diye söylendi. Bir cigara aldı ağzına. Yakmayı unutup kadının gözlerine daldı yeniden. Çağıran bir şeyler vardı bu gözlerde, ilerde bir yerlerde buluşmayı öneren, hayır kesiş-meyi: .
Toprağın karı çektiği gibi mi mi? Mi? la, sol, re, Mi? Kara, sağdan ayrılmış uzun ve dalgalı saçları vardı kadının. Kaşları, şakağına doğru iniyordu. Gergin yüz gergefinde, ince ince dokun-muş, dokunaklı, insanda başka, hep başka bir biçimde yaşama özlemi yaratan bir şeyler gizli gibiydi. Gibi bir ülke, düşsel, etkin ve iç içe. Gibi uçuk, doruklardan ıhlamur kokulu vadilere. Gibi yumak yumak, boylu boyunca ıslak, nar içi, yolculuk grisi.
Ağır devinimlerle, gözlerini kadının portresinden ayırmadan -evet, siyah beyaz- kibrite uzandı. O anda odadaki gizli karanlığın birden yok olduğunu ayrımsadı: Elektrik gelmişti. İstem-dışı kalktı, radyonun düğmesini çevirdi: “Motzart, Figaro’nun Düğünü. I. Perde. 4.,5.,6. Bölümler.
Motzart’ın Şarkıcı Suzanna için yazdığı Figaro’nun Düğünü…” Radyodaki konuşucunun paspal sesinden hoşlanmadıysa da dinleyeceği müzik için gizli bir sevinç duydu., minör bir sevinç: se se se/vinç vinç vinç…
: Müzik? En uzak olduğu alanlardan biriydi. Dinlediği kimi parçalardan tanımsız, doyumsuz tatlar alıyorduysa da bunlar, oldukça sezgiseldi. Bilme’nin getirdiği ince tatlardan epeyce uzaktı. Gazetedeki kadınla arasındaki engellerden, aşılması olası görünmeyen engellerden biri olarak düşündü bunu. Düşünür düşünmez de içindeki bir telin daha “cızz” diye yandığını duyum-sadı. Ağır bir yorgunluk, bitkinlik duygusuyla çöktü sobanın önüne. Cigarasını parmaklarının arasına alarak ellerini yüzüne
kapadı, dikili duran tek dizinin üstüne kapandı. Öyle kaldı bir süre.
Doğruldu. – Doğruldum. Acı bir ot çiğnemiş gibi buruşmuştu yüzü. Kadına karşı, belli belirsiz bir kin dalgası yayıldı içine. Mi? Mi? sol sol la la do do fa fa… Kararlı bir biçimde kalkarak, bir kadınla bir erkeğin sarmaş dolaş olmuş seslerini kesti. – Boğan sessizliğin beni yutmasına izin veremezdim: Bir zamanlar yeri göğü sarsan, gürültücü ve “protest” müziğin önderlerinden bir topluluğun kasetini taktı müzik setine: Odanın içine helikopter sesinden makinalı tarrakalarına, saat cırlamasından bebek
ağlamasına kadar bir ses curcunası doldu, ince ve tek kat perdeden içeri sızan ışık yok olmuş, onun yerini, 100 Wattlık ampulün çiğ, yapay ışığı doldurmuştu: Majör bir kimsesizlik: Çelikten, küresel, tutamaksız..
) Odanın beyaz badanalı tavanında yer yer gri, kirliyeşil ve kara nem lekeleri görülüyordu. Bir kıyıda duran boş süt, bira, rakı, soda, kanyak şişeleri, köşeleri çizilmiş bir anlam katıyordu odaya. Ucuz müzik
setinin sol yanına kitaplar ve dergiler yayılmıştı: Şiirler, romanlar, öyküler,
denemeler, özyaşamöyküleri, mektuplar, eleştiri, inceleme, tarih ve… felsefe ve ekonomi-politik ve…
Eski baskılar, yeni baskılar; sayfaları sararmışlar, henüz açılmamışlar, ters duranlar, parçalanmışlar, sayfaları kıvrılmışlar, sayfalarına not alınmışlar: İç içe ve yoğun yaşamalar, dünyalar: Sürekli arayıp da bulamanın serüvenleri, gidip düş kırıklığıyla geri dönmenin, göze alamayıp yarı yoldan dönmenin, gidip geri dönememenin, yitip gitmenin, soluksuz kalmanın, içerilmenin, boğulmanın… Uzak bir köşede, içerideki hava akımından etkilenen bir örümcek ağı sallanıyordu. (- Cigara paslı bir tat yaydı ağzıma.
Acıkmıştı. Bu kanıya vardı. Bir süre daha eylemsiz kalmayı yeğledi oturduğu yerde. Eylemsiz kalayım, diye düşünmeden. – Kalksam, salona çıkmam gerekiyordu. Salon ise oldukça soğuk-tu odaya göre.
İşte, nedense düşündü.

? ? Neydi? Aslında bir yontuydu. Bir yontu olarak, bir umutsuzluk olarak kendini biçimliyor-du. Artık uçamayacağını anlayan, iki kanadı da kırılmış bir kuş gibi. – Nedeni ve varış yeri bilinmeyen böyle bir sancıyı umutsuzluk olarak adlandırmak bir kolaycılıktır Bay Yazar. Uzun, kara bıyıklarını yerken sırtının gereğinden çok ısındığını ayrımsayıp biraz uzaklaştı sobadan. Az sonra anladı ki, bu uzaklaşma yeterli değil. Öbür yüzü dönmeye başladı kasetin. Birinci yüzün tersi-ne bu yüzde ılık bir
şeyler mi vardı, ne?
Kadına bir daha baktı ve açlığını kesin olarak kavradı. – Omzuma epey eprimiş siyah montumu attım.
Birkaç kez girip çıktı: – Kahvaltılık bir şeyler hazırlıyordum. Bunları yer yemez, girdiği gömütten başını uzatıp dış dünyaya ilişkin bir şeyler anımsadı-m. Kendine kurduğu bu plastik dünya onu, öbür-başka
insanların yaşadığı, yiyip içip çalıştığı, düşler kurup inandığı (- Ne sandınızdı?), varlığını belki son umut (- Veya umar) olarak kimi şans oyunlarına bağladığı, dahası ağlayıp güldüğü (-Yaşamda öyle
şeyler de vardı!); karmakarışık gibi görünüp tekdüze yaşandığı dışdünyadan yalıtmaya yetmiyordu, yeterince. Yarın! Yarın, yine bir gölge gibi işyerine gidecek, hiç inanmadığı birtakım işlerle uğraşacak ve dizgenin kendine göre bir çarkı olmayı sürdürecekti. – Düğüm. – Kaçınmanın olanağı yoktu bundan.
Yoksa var mıydı? – Her neyse, en azından bulamadım ben daha. – Kördüğüm. –
Gazeteyi katlayıp öbür gazetelerin üstüne attı. – Boşluğu doldurmam gerekiyordu. Kirli bardağı yıkadım elim üşüyerek. Sobanın üstünde cızır cızır kaynayan demlikteki tavı çoktan kaçmış çaydan doldurdum. Usul korkak bir cigara yaktım. Korkak bir kararsızlıkla masanın üstünden kalemi (Korkulacak kadar tehlikeli olan bu nesne, sanki elini yaktı ilkin.) ve Günlük’ümü aldım. Yerleştim sobanın önüne tir tir titreyerek. Dizlerinin üstünde yere eğilip ürkek, cızır cızır yazmaya koyuldu.
Yazdım ki:
17 Ocak
Kararsızım hâlâ. Duyarlığım sürekli kan yitiriyor. .!.. Hiçbir şey başaramamış olmanın getirdiği ter.
İçimdeki biri benden daha büyük sanki. 0nu yakalayamıyorum nedense. Küçük bir umut kıvılcımı yanıp sönüp duruyor, çok uzaklardaki bir deniz feneri gibi. Ya yok-sa o! Ya yoksa öyle biri?! İçeriksiz, bomboş kalmaz mıyım, öyle?
/ Umutsuzlukla sarsıldım. Sarsıldı. Titremeye başlayan eli yüzünden sürdüremedi yazmayı. İçini somutlamak, her şeyi daha elle tutulur bir duruma getirdiği için, çektiği acı iyice derinlere, yok oluşun
gerçekleştiği yere doğru itiyordu onu. Uzun süredir şiirden korkmamın, onu düşünmekten bile kaçınmamın (Bana bak Sayın Kahraman, şairsen şairsin, ikide bir işime burnunu sokup durma! Bırak da şu öyküyü istediğim gibi yazayım ha!) … ne diyorduk, kaçınmasının asıl nedeni belki de buydu:
Belirginliğin ürküntüsü. Ya da kendi deyişiyle, “duyarlığının kan yitirmesi” de, onun tam olarak ayrımında olmadığı bir nedendi şiirden uzak kalmasına, kaçınmasına. Aslında korkuyordu bu tür çözümlemelerden.

–Evet, korkuyordum. Çünkü, direnmesinin boşunalığı, dolayısıyla yakıcı
umarsızlığını seziyordu. Bir daha çözülmemecesine karışmış bir yumak ipin içinde yitmek üzereydi.
Günlük mü? Belki, belki bir ipucu olur umuduyla sarılmıştı-m ona. Olabilir mi, olamaz mı.??/
Dizleri yorulmuştu. Kalktı dizlerini ovdu. Günlük’ünü aldı. Karmakarışık masaya geçti. Günlük’e yer açtı. Masanın altından ayaklarını sonra da bacaklarını ısıran bir soğuk dalgası geldi. Umurumda değil.
Umursamadı; Aramak, bir insan olarak aramak… Yetinmenin gizini bir çözebilsem! Daha uyarlı olacağım belki. Peki, aradığım ne? Yetinmek! Niçin? Uyarlı olsam… Niçin arıyorum? Bir tutkalsı boşluk, duyabiliyorum…
Kapının zili kesintisiz çalmaya başladı. Odadaki gergin sessizliği, birden sıçrayıp yüzü kül gibi olduğunda ayrımsadı. Anlamsız bir tedirginlikle ve hızlı adımlarla kapıyı açmaya koştu: Sefil bir kız
çocuğu duruyordu karşısında. . – Çarpıldı sandığım yüzümün utancını yaşarken ben, kız avcunu açmış anlamadığım bir şeyler söylüyordu. Sertçe kapadı yüzüne kapıyı. – Böyle mi yaptım gerçekten? Kendine egemen değildi. Bir sinir krizine tutulmuş gibi, anlamsız bir şeyler mırıldanarak
masaya döndü. Utancı öfkeyi, korkuyu (- Niçin?), daha birçok karmaşık duyguyu bir arada yaşıyordu. Kalktı, amaçsız dolaştı odanın içinde. Küllükte unuttuğu cigaranın dumanı helezonik bir biçimde ağıyor, tavanda bir yerde ilginç bir bulutçuk oluşturuyordu. Eline geçen ilk kaseti kasetçalara yerleştirdi ve unuttu. Öbür gazetelerin üstünden piyanist kadının fotoğrafının bulunduğu gazeteyi aldım.
(Bak sen şu işe?). Baktım, baktım… Baktı, büyük bir şaşkınlık içinde kadının bütün sıradanlığını gördü.

Canım sıkıldı. Canı sıkıldı, çok. Kaç gündür kurduğu ateşten (- ya da buzdan) düşlerinin de sonu demekti bu: Solminör— Kendini tutamadı. Fotoğrafın üstüne bir iki – evet, işte bu kadar – damla yaş düştü gözlerinden. Birdenbire, ayrımına varamadan sonsuz bir dinginliğe gömüldü. Hiçbir şey yoktu artık: anlam veya anlamsızlık, açmaz veya çözüm, yorgunluk veya erinç, umut veya… Boş bir kalıp gibi masanın yanında duran yatağa yığıldı. Kendiliğinden kapandı gözleri-m. – Bay Yazar, Bay Yazar, ben düş görmeyi sevmem, sevmem, sev…
Korkunç bir insan kalabalığının ortasında iri, çok iri bir bokböceği yürüyordu. Hepsi de aynı yöne doğru ilerleyen bu insanlar, havaya kalkmış sağ ellerinde koca koca çiçekli dallar taşıyorlardı. Hepsi de
çırılçıplaktı. İlerleyen, sürekli ilerleyen bu insanlara ayak uyduramıyordu bokböceği. Üstelik, bu bir görevmiş gibi, ertelenemez ve ölümcül bir görevmiş gibi hiç atlamadan, yanından geçen herkes bir tekme atıyordu böceğe. Ama, hiçbir acı duymuyordu o. İnatla onlarla birlikte yürümeye çalışıyordu. Dupduru, masmavi olan gökten birdenbire yumurta büyüklüğünde dolu yağmaya başladı. Bütün insanlar ansızın yok oldu. Sanki yer yarılmış içine çekmiş gibi. Her yanı çürükler, morluklar içinde burnundan kanlar akarak yürüyordu bir adam hâlâ. Tek başına. Görünmez
bir dikenli tele takılıp düştü. Büyük bir su akıntısı alıp götürdü onu aşağılara. Umutsuzca yukarı doğru tırmanıyor, biraz yol alır almaz birtakım eller, yeniden çekiyordu aşağıya. Yorulmadan, bıkmadan o
çıkıyor, öbürleri çekiyordu. O çıkıyor, öbürleri çekiyordu… Gücü tükenip de en dibe düştüğünde, beyninde bir yılanın kımıldadığını, kafatasını zorlayarak dışarı çıkmaya çalıştığını duyumsadı. Elini kafasının içine soktu, yılanı tuttuğu gibi dışarı çıkardı büyük bir özenle boğdu. Bir vitrinde yansısını gördü. Zangır zangır titremeye başladı şaşkınlıktan: Bu
bir insandı, sıradan ve kendine benzeyen. Vitrinde kendini izlerken bir kadının varlığını duyumsadı arkasında. İyice eğilip baktı vitrindeki gölgeye: Bir hıçkırık gibi gülümseyen, emen, ısıran, boğan… Bu O’ydu!
… Uyandı. Üşümüştü. – Yatağın içine girip girmemekte duraksadım. Hayır girmedim. Uykum yok-tu. Odanın içi buz kesmiş. Son birkaç damla gazı koydu sobanın deposuna. Yüzümü yıkadım soğuk suyla. Aynaya baktı-m; gülümse-di. Hayır, gülümsemedim! Parmağını tehdit eder gibi salladı aynaya doğru: – Sen ağır bir yüksün sana ve sen seni taşıyabilecek güçten yoksunsun. Bir bölümünden kurtulmak zorundasın bu yükün, kurtulmak zorundasın. Ah! Gidecekti, caydı, döndü yeniden konuşmaya başladı. Cepheden saldırıyordu şimdi: – Ya bu senin üstünü çizeceksin ya da… Kendine hayır demek, söyle bana, neye evet demektir ha? Haydi söyle bana! Omuzları düştü, kolları sarktı, yüzü buruştu, dizleri sallanmaya başladı. Kendini son anda yakaladı. Masaya geldiğinde yaptığı yaramazlıktan hoşnut bir çocuk gibiydi. – Aslında kimse kendinden büyük değildir, hiç kimse. Kendini bulabiliyorsa. Ben, ben miyim peki? Bu ben, asıl-gerçek ben miyim? Hiçbir insan kendinden kaçamaz. Kendine de bütünüyle yaklaşamaz ya! Gerçek: Hiç kimse tam kendisi olamaz. Belki Bay yazar, belki olabilir de, buna zamanı, yani ömrü yetmez. Aramakla geçen bir…
Lambanın kötürümleşen ışığından sabahın olduğunu anladı. Perdeyi aralayıp dışarı baktı: İtici bir devinimsizlik! Kar? Tutmamış-tı. Sis mi? Bir düşyığın gibi ağıyor-du göğe. Tanın yarı aydınlığında ağaçlar: Göğe kollarını açmış dervişler gibi. – Dur dur! Dönüyorlar mı ne?!
! Günlük!: Ayrımsamak, olmazı istemek, bir anlamda tamben’i elegeçirmek gibi bir serüvene başlangıç olabilir. Açmaz, insanın doğasına aykırı. Açmaz, açarı görememe durumu. Bunaltı?! Kendimden başka kendim aramak: Savurganlık! Tuu, ne kadar bilgiççe bütün bunlar! Ben kendimin hapishanesi!
Tüpte su ısıttı. Plastik leğende saçını yıkadı. Tıraş oldum. Yine su kaynattı: çay için. Bunları, “Şunu yap!” demeden yapıyordu-m kendime. Kahvaltı-. Aydınlık, bütünüyle egemen artık. Yüzü-m yandı kolonyadan. (Yeteeeer! Çek elini öykümden, çeek!!!) Kravatını bağladı. Bond çantasını aldı. Tıkır tıkır
indi merdivenleri. Aşağıda, posta kutusunda bir mektup buldu: İngilizce yazılmış. Hemen orada coşkusuz ve bir umuda kapılmadan okudum (Tanrım!), okudu:
Sayın Bay,
Uluslararası, Otuz Yaşını Aşmamış Gerçekçi Genç Şairler Ödülü için Komitemize yolladığınız kitabınızın öndeğerlendirmesi aşağıdadır:
İmgeler, tutarlı, yerli yerinde ve yoğun. Dizeler, matematiksel ve milimetrik bir biçimde işlenmiş. Hiçbir şiirde acemilik görülmüyor. Hepsinin de titiz bir çalışmanın, geniş ve yetkin bir donanımın ürünü olduğu
belli. Ancak, şiirlerdeki salt kurgusallık, yaşantıdan kopukluk şiirlere
bir içtensizlik havası vermekte ve “gerçekçi”liği konusunda okuru kuşkuya düşürmektedir. Bu yüzden ödülümüzün amacına uygun düşmemektedir.
Sayın Bay, Ödülümüze gösterdiğiniz ilgiye teşekkür eder, başarılar dileriz. 
Ödül Komitesi Başkanı
George Peterson
Mart’88, Diyarbakır
Muammer KARADAŞ

2. ÖYKÜSÜZ ÖYKÜ


Bir çocuk niye doğar ve banar kendini yaşama? Bu çetrefil sorunla uğraşıp durdum yol boyunca, ilk bakışta pek öyle içinden çıkılamaz gibi görünse de, koşullarla birlikte ele alındığında daha kolayları bile zorluyor insanı bu tür soruların. Saatlerdir yoldayım. Sırtımda bir yük yoksa yürümeyi severim
aslında. Oysa, korku gibi ağır bir yükü sırtlanmışım ben. Ta ciğerlerimde duymuşum ağırlığını korkunun.
Havada yaz gecesine yaraşmayan deli bir karanlık; yerde, her köşe pusu ve ihanet. Serinlik, gaz odalarındaki gaz dalgası gibi sarıyor bedeni. Ter içindeyim. Üşüyorum sonra. Susuyorum da. Tam önümde bir yerlerde bir şırıltı. Acaba eğilip bir yudum içebilecek zaman ayırabilir miyim? Hayır, hayır, hayır susuz değilim! Hayır, içmemeliyim! Susuz değilim, susuz değilim, susuz…
İçtim! Hem de kana kana. Öyle de güzeldi ki! Bengisu sanki, ölümüne güzel. Bıraksalardı içebilirdim sonsuza dek, evet içebilirdim. Kasılıp kaldı bedenim, ayaklarım direndi bir süre. Olmakta
olan ile olması gereken…
Yürüdüm, yürürken arkadaşlarımı düşündüm. Acaba?…
 
Olacak şey değil, sabahın dördünde, hâlâ, en olmayacak yerlerinden öpüyorum bir kızı. Saçlarında bildik bir koku, sızıya benzer. (Bir şey damlıyor sabahın serinliğinde haydi duyumsayın, tıp tıp ve yeknesak.) Sandığım kadar güçlü değilmişim, daha yeni ayrımsıyorum bunu; başımı görünmez bir duvara çarpar gibi. Biliyor musunuz, daha birkaç ay önce bir oyundu yaşamak, istediğim gibi biçimleyebilirdim her şeyi. Boyaları karıştırır fırlatırdım tuvale, bir şey olurdu. Bir şey… Yaşamı benim
için yapmak, benim kılmak… dönüştürmek, biçimlemek… istediğim renge boyamak… Yani, ben vardım madem ve insandım madem…
Başardığım her şey başarısızlıkmış gibi geliyor şimdi bana. Ama, düşünmeden edemiyorum, şimdi traktör sesleri yankılanan o koyakları. Tanrım, ne soğuk bir yaz gecesi!… Kuşkum yok, bir adım ötesini kestirebilecek yetim kalmışsa, -traktör sesleri yankılanıyor şimdi o koyaklarda ve jeepler… Sonra sürücü ve öbürleri, karanlığa bulanmış çizmelerini çıkarıp, oturup koyu uğultularıyla insanın içini
ürperten bir çamın dibine: “Yok!”  diyecekler, orasına burasına batan kuru kıvıçlardan rahatsız olan biri: “Yok!” diye  yanıtlayacak öbürlerini. “Sabah da oldu olacak, bıraksak artık.”
Çamlarda keman çalan rüzgârla sinirleri ayakta olan önder: “Öyle kolay pes etmek yok, bu gece yakalayacağım o serseriyi! Boşuna mı uğraşıyorum kaç gecedir bu lanet yerlerde?” Tam o an bir kozalak düşecek burnunun dibine. Birden tabancasına davranacak ve hırlayacak: “Hayır, bulmalıyız!”
Karşı tepeden uluyan kurda yanıt verecek uzaktan köpek sesleri. Ama Pan asla uyumaz, bilirsiniz: nanik, nanik, nanik! Bu arada bulutlar rollerini unuturlar. Olsun. Onlar, kanıksayamadılar hâlâ çekirge seslerini, ağaçkakanın ve puhu kuşunun seslerini; yaban otlarının kokularım bile… Acemiler!…
Başını bir köpek gibi öne eğmiş, başarısızlığının bedelini, infaz saatini bekliyor sanki o.
Aşağılardan derenin şırıltısı bir cadının gizemli öpücüğü gibi geliyor kulağına. Ya da yaşamım eksilten bir törpü. Kim aldattı, kim kuşattı bilincini onun? Bilinç mi?!… Haydi bir sigara yak.
Yakacak. Derin bir soluk çekecek umutla. Yanılsama…
“Kim sigara yak dedi lan sana?!” Çekip alacaklar sigarayı ağzından. Hayır, kurtuluş yok. O, düşecek bu gecelerden birinde, gerçekle sanrı arasındaki çürük köprüden. Kimse, kimse elini uzatmayacak ona, kimse kurtaramayacak onu. Artık benliğini yitirdi o, kendisi olmaktan çıktı. Hiç
kendisi olmamıştı belki de. Parçalanmış bir cam gibi. Her parçası ayrı bir kişilik onun, her parça bütünden bir şeyler taşısa da. Peki, parçalanmış bir kişilikten ne beklenebilir ki!? Asıl soru şu: Nasıl geldi buraya ve neden?
“Belki de oynuyorsun bizimle!” dedi kin ve alay karışımı şişman olanları, yani önder. Oysa o, bir gittiği yeri sonrasında bulamayacak kadar karmakarışık şu an. “Konuşsana lan!” Karanlıkta, bir tosbağa gibi başını kabuğuna çekmiş ve kıvrılmış bir yılan gibi kendi içine.
         “Şey, hayır… sizi kandırmayı düşünmedim hiç, ama… ama buraları pek iyi bilmiyorum… bilmiyorum inan ki ben… ben!…”

“Siz değil miydiniz lan ‘dağlar bizimdir’ diyen? Bilmiyormuş, pöh!” “Hep birbirine benziyor… hep… Nereye gitsek, nerede dursak, hep aynı yerdeymişiz gibi geliyor… olmuyor, bulamıyorum.” Bir yılan tıslaması gibi kesiliyor sesi.
         Korku ve tedirginlik şeytanın eli, (Azrail’in soluğu gibi dolaşıyor ortalıkta. Balinanın karnındaki karanlık… Zifir bir karanlık, buğular içinden tasarımsal, korkunç varlıklar doğuruyor. Her susuş, ebesi
sanki onun. Birden üç el silah sesi: “dan, dan, dan”! Çevre ölüm tadına boğuluyor yankı kesilince. Oysa, oysa bilemeyecek hiç gözlerinden irinler akan adam, zavallı bir tilkinin karaltısını öldürdüğünü.
Geri döndüm, evet döndüm. Ne kadar zor oldu geri dönmek anlatamam; ama döndüm. Koyu ve az şekerli bir kahve içmeliydim çünkü. Ocağın başında işte onun için durdum. Kahveyi uykumla arama yerleştirmek için, yorgunluğuma inat olsun diye. Isınabilmiş de değilim daha. “Karanlığa bakmayı unutmamalıyım.” dedim. Karanlığa hiç mi hiç alışamadım çünkü. Gerçi ben bu sessizliği anlıyorum, sessizliğin bana hiç yakışmadığım da. Kahveye uzanıyorum, elim titriyor. Yine de falso yapmayacağım, güzel bir kahve içmeyi ne kadar çok istiyorum, bilemezsiniz. Ocağı yakıyorum.
Marangoz şalteri indiriyor. Ceketini omzuna atıp (kapının ardındaki çivide asılı durur hep), ivedisiz yaklaşıyor sobaya (talaş sobası elbette, tenekeden, yamru yumru), tahta parçaları atıyor içine, üstüne de talaş döküp ceketinin kibrit cebinden çıkardığı kibritle tutuşturuyor. Su dolu çaydanlığı (isten
simsiyah olmuş) sobanın üstüne koyuyor, demliğe de bir fiske çay. Kendi yaptığı taburede bacak bacak üstüne atıp filtresiz sigarasını yakıyor. Dedem mi? Görseniz şaşardınız: Yetmişinde benden esinlenip merdiven kurardı güneşe; kar, diz boyu.
Son anda bir çocuk görmüştüm çarşıda, sessiz ve kimliksiz. Kitapları mitapları itip fincana yer açıyorum masada. Keşke bir parça bir şeyler yeseydin. Hayır, aç değilim ki! Kim bilir neler oluyor şimdi arka sokaklarda? Uykum o kadar da derin değildir. Bir parça uyuyabilsem!…
“Bunu anlıyorum” dedi kız “ama kavrayamıyorum.” Ben kendime büyük sorular sormayı sevmem. Siz bütün çocukluklarımı hoş görmeye hazırlanıyorsunuz; bıraksam bağışlayacaksınız. Oysa düşünün, kaç gün geçti ki daha! Yüreğimdeki uçurtmalarda adınız yazılıydı. Nasıl da kurtuldulardı elimden ve ben de üçe beşe bakmadan havalandımdı onlarla. Ah, anlatabilsem bunu size! Yani yeterince değiştiğimi, yılanın kavını değiştirmesi gibi büyük bir acıyla hâlâ değişmekte olduğumu.
İnanmayacaksınız, çocukken yaptıklarımı yine yapacağım, sahte bir yetişkin olarak. Üstelik sizi de katacağım bu kez. Neyse, o yirmi sekiz günü unutalım.
Hayır, korkmuyorum hayır. Sizi beklemenin ne demek olduğunu bilemezsiniz ama. Evet, korkuyorum. Üstelik nasıl, bilseniz nasıl korkuyorum! Yüzüme alışılmadık bir anlam takıyorum, kalemi
bulur bulmaz. Gerisi kolay, siz güvercin dersiniz ben martı. Her şey bu kadar açık değil elbette, biliyorum; biliyorsunuz. Bunu bir şeye benzetsem şimdi, n’olur? Kayar gider elimden. Yoo, buna gelemem, bağışlayın. Kaç geceyi sırtımda taşıdım ben. Güneşle dostluğumuz da buradan işte,
hamallığımızdan. Sabah olmak üzere evet, ama bunu size söyleyemem; yetkim yok bunu söylemeye.
Bu vakitlerde o sokaklardan geçmeyi bunun için savunuyorum, duyuyor musunuz? Yine de bir köşeye not edin siz: Birçok şey, birçok derin güzellik daha kolay yitiyor artık. Şimdi onlar nerede acaba? Ben tek başıma mı kaldım yani? Durun, biraz soluklanayım! Yine yıldızlar kayıyor bir yerlerde, meteorlar yağıyor yüreğime. Alacakaranlıkta, deniz kıyısındaki bu kayalıkta, bu kurbağalı yalnızlıkta… Ah! Bir şarkı gereksiniyorum; böyle bir şarkının henüz yazılmadığını bilmiyor muyum, ama gereksiniyorum…
Yüzüme bir tokat gibi inecek, soğuk sisten bir şarkı, buz tanecikleriyle yüklü. Yanlış anladınız;, sorun ben değilim. Böyle olsaydı, inanın çok kolay olurdu, çok. Şırrak şak, şırrak şak, şırrak… Sanırım dilimdeki bu ceset tadı, bu tuza yatırılmış umutsuzluk ürkütüyor seni. Bağışla, ben yaratmadım bu
labirenti; ben bekçisiyim yalnız onun. İnan, bekçi olmayı da ben seçmedim. Bir de, etyemez değilim ben. Herhangi bir düzlemde…
Siz, bir papatya tarlasında “uç uç” böceğiyle konuştunuz mu hiç? Ha bakın, o marangoz babamdır benim. Bu çok eski, destan türünde bir şey. O, gençti daha, bense bir çocuk. Dedim ya, babamdır! Aramızda kan bağı var yani. Neyse, bırakalım bunu şimdilik. Bu hafta, kanser haftası; haftanın da ortası aşağı yukarı. “Sen hiç yapmadın ki, bozdun hep!” Peki, öyle olsun. Ama, önce şunu bil: Gittikçe soğuyorum. Ne diyorsam, onu demek istiyorum işte. Vırrak vak, şırrak şak, vırrak…

“Yeni giysilerimde çimen lekeleri istemem.” diyor kız. İstersem bir resimden bir ağıt çıkarabilirdim ona. Ejderha inceliğinde, ama ölümü ırlayan, ayrılığın kanla harmanlandığı, üstelik…
İstemedim. Kalemi buldum ya, gerisi kolay! Bir zamanlar çocuktum ben, biliyor musunuz? Haa, bir de sapanım vardı. Ne işe yaradığını uzun zaman düşünüp durduğum. Atölyede traktörler, kamyonlar, cipler de yapardım. Yalnızca yapardım, oynamadım hiç. Bir de karısı vardı marangozun, her sabah başka, apayrı bir yorgunluğa uyanırdı. Soluk aldığını ayrımsamadan yaşlandı. Birden şaşırdı ve yutkundu, yalnızca yutkundu. Kaynanasıyla da arası iyi değildi belki. Katlanmayı bilmiyordu başlarda, öğrendi. Dayak yemeyi, bir köle gibi yakınmasız çalışmayı, çocuk büyütmeyi filan. Hayır, ben bir söylevci değilim, üstüme gelmeyin… yoksa susarım.
Bu yağmurda başka ne yapılabilir, bu biçimsiz yağmur altında, enine boyuna düşünelim.
Yorgunuz, sonra kapı köpekleri, gri bekçiler ve o sarışın korkular. Başladığım noktadaysam hala, durup durup usumu ısırıyorsam suç benim mi? Bunca sessizliğe alışkın değilim ki ben! Korkulardan bir korku işte bu da. Caydım, hoşgörü dilenmeyeceğim sizden. Ama bakırı, bu yalancı karanlığı resmedeceğim, iyice koşullandım buna.
Haydi, siz yatın şimdi, beklerim ben.
 
Üç adım attı, durdu. Kaygılı. Geri döndü, kapattı kapıyı. Güzel, silik bir maviydi kapı. Kız, geri geri çekildi, uzaklaştı: “Her şeyi tanımlamak, her şeyi olduğu anki gibi söyleyebilmek olacak şey mi?”
Esnemedim tuttum kendimi. “Bu kapıda ustanın, cömert marangozun düşlerini de mi? Yani, yürekle beyin arasındaki köprüde çatışan bir çift el…” gibi bir şeyler söyleyerek yanıtladım kızı, sanıyorum.
Uyuyordu. Yanağından öptüm, titredi. İnsan böyle bir yağmura bile alışıyor, kolay olmasa da. Ya! Gözlerimi sildim, gözlerini düşündüm marangozun. Saçını, sesini, planyayla kurduğu özel ve özgün ilişkiyi. Kimi şeyleri vurgulu söylemekten yanayım: mavi gözlerinii marangozun. Çocuk severdi uzun
saçlarını. Okulsuzluk delirtirdi onu. Çocuk, ilçenin tek sinemasında kendini arardı hep, dayak yeme pahasına evden kaçarak. Birçok düşülke yarattı böylece, çoğalttı kendini. Karşıtı olmayan bir ağuyla ağulandı: Çevresine yakıştıramıyordu artık kendini. Hele, hele kitaplara dadandıktan sonra. Gittikçe daha sık kaçar oldu atölyeden. Sonra iyice koptu ipler, şarap da karışınca işe. Kalemi buldum ya, gerisi kolay.
“Saçlarımda ne buluyorsun, anlamıyorum.” diyor kız. Oysa genç adamın gözlerinde bir dere irkilerek silik soluk çağıldıyor. Kız bunu yanıt saymıyor. Israrla sarı arının inine sokuyor elini. Acısıyla övünüyor sonra. Dokunur dokunmaz dağılıyor yaprakları gelinciğin. Her şeyin bir sırası var, değil mi?
Ölümler, sarı zarflarla duyruluyor, imzalı mühürlü. Şu da var…
Kararsızdı. Geç kalmıştı belki. “Beni sevmiyorsun.” dedi kız, kızgınlık değil de uysal bir yakınmayla, içinden söküp çıkaracağı ben’i ya da iyice yiteceği derinliğinde. “Evet. Seni, hiçbir şeyi, hiç kimseyi sevmiyorum.” Genç adamın aslında, seni, her şeyi, herkesi çok seviyorum, demek istediğini
anlamadı kız. İkircikli baktı. Genç adam, ıslanmış barutun çıkardığı sesle güldü. O da kızın boğazına düğümlenen tortuyu anlamadı. İkisi de içtendi aslında. Şalter inik. Marangoz yoğun, esritici talaş kokusunu ayrımsamadan, elinde çay bardağıyla, budaksız, çırasız; bir kadının beyaz karnına benzeyen kapıları okşuyor, işte zanaatın aşıldığı an! Düşünün, her şey buna bağlı artık.
Kadın abdest aldı yakarılar eşliğinde. Uzun, ak çarını bağladı başına mırıl mırıl. Duvardaki çivide asılı Kuran’ı aldı mırıl mırıl, göbeğinin üstünde tutmaya özen göstererek. Yönünü kıbleye döndü, diz üstüne çöktü, kitabı açtı, okumaya başladı mırıl mırıl. Kocası kaçak indirmeye gitmişti dağdan. Sessizce ders çalışıyordu çocuk, ölgün, büyülü gaz lambasının eşliğinde ve çok korkuyordu babasını kurt yer diye. Çok karlı bir kıştı ve artık oldukça karanlıktı çünkü. Dağların bütün gece gürültüsü doldurmuştu evin
içini olduğu gibi. Birçok kâğıda karmakarışık, anlaşılmaz şeyler çizdi ve itti bir yana. 60 Watt ampulle ne alıp veremediği olabilirdi ki, gitti söndürdü onu? Kız, ‘s’lerle dolu bir şeyler sayıklıyordu uykusunda.
Aradığı mumu bir türlü bulamıyordu genç adam. Neredeyse cayacaktı ki, raftaki kitapların arasında olduğunu anımsadı.
Sık sık, “Seni anlamıyorum.” diyordu kız. Anlamak? Kim neyi anlayabilmiş ki! Ben bütün kılıçlarımı soktum kınına. Belleğimdeki her şeyi istifledim bir gece ve ateşe verdim. Sabaha kadar dans ettim ateşin çevresinde. Anlamak! Daha çok gençti kız ve derslerden sorunları vardı. Oysa genç adam, genç sayılmazdı on yedi yaşındaki kıza göre. Pekmez rengi, ucuz cam vazodaki gülün gölgesin düşmüştü duvara. “Öyleyse her şeyi bir şeylere yor. Bir daha da saçlarını sakın kesme!” “Ama uzun saç istemiyorlar okulda ya da örmeliyim. Örmeyi sevmiyorum. Bir tanısan bizim müdürü!…” Daha erkendi kıza göre, çok erkendi. Oysa genç adam, geç kaldım, diye düşünüyordu hep.
Siz o sokağın adını biliyor musunuz? 12/8’deyim. Öyle kar yağmamıştı kente hiç, yatılılıktan tart edildiğimde.  İşte o gecelerde okudum ben Anti Dühring’i. Pek anlamadım, çünkü on yedi yaşındaydım henüz. Anladıklarım yetmiş ama, hiçbir tart uslandırmadığına göre… Ham elma gibisin sen, her ısırdığımda dişlerimi kamaştırıyorsun. Oysa ben Anzer balı gibiyim, delirtiyorum seni. Büyük büyük düşleri vardı kızın. Öyle zor ki üniversiteye girmek, hele bitsin şu lise… Her şeyi anlayıp bir bir dile getirecek, sevişmekten bile yeterince tat alacak o zaman. Hele gerçekleşsin o milat.
Dedem demiştim ya, nasıl da yıkıldı o dağ gibi adam! O yaşında kar kış, dağ tepe demeden çerçilik ederdi. Neyi umardı, neyi beklerdi bilmem. Beklenmedik bir felçle göçüp gidinceye değin… Suçluyum evet, onun istediği gibi bir adam olmadım. Oysa, en ilk, en sevdiği, en güvendiği torunuydum onun, erkek. Ne çok düş kırıklığı yaşadı benim yüzümden. Onun için parçalanmış bir elmas gibiydim, her parçası ayrı değerli, ama bütünlüğünü yitirmiş. Yine de benimle ilgiliymiş son sözleri.
Karşılıklı beklentileri elbette var genç adamla kızın. Hem, kim yetinir ki görünenle? Hangi kız, hangi erkek sözlerin arkasında art anlamlar aramaz? Kimi kez bir ömür bile verilir sıradan bir gize erişmek için. İşitmekle, görmekle aynı şey mi anlamak? Ama kızın büyük düşlerinde bir çocuğa da yer olması, işte bu iyi değil. Değişik biçimlerde söylemeye çalıştım bunu ona. Çırılçıplak olduklarında, ışıkta neden utandığını sordu örneğin. Oysa ben en içini gördüm senin bir ultrason aygıtı gibi. Kızıl mavi damarlarını. “Utanıyorum işte… Şu yağmur bir dinse. İçimi karanlık basıyor, sıkılıyorum, çok sıkılıyorum. Bu evde niye koltuk yok? Bir su gibi aktık birbirimizin oluklarından saatlerce. Yosun yosun kokuyoruz. Çalmadık kapı, uğramadık mahzen bırakmadık. Oysa kapı ardında kapı, mahzen içinde mahzen!
Ben de ‘gül’ deyince başka bir adam oluyorum. Bunca cana yakınlığım tedirgin ediyor beni. Kendimi, o çocuğu düşünmekten alıkoyamıyorum. Okula başladı, ama bir sevgilisi yoktu hâlâ. Bütün ağabeylerinin vardı oysa. Sevgilisiz olmaz, diye düşünüyordu. Yaşam bir filmdi, uğruna ölünecek bir
şey gerekliydi. Ya da onun için yaşanacak, bilmem ki… Ona gitti, ağabeylerinden birinin sevgilisine, yani bir ablaya. Zaman zaman aralarında ulaklık yapardı. Ödeşme zamanı. Bana ayarla şu kızı. Elimi
tutsun yeter, elimi… Ben büyüdüm, ben büyüdüm, büyüdüm ben.
‘Gül’ dediniz de, bir ev bana göre küçüktü. Belki de değil, tam bana göreydi belki: Düzgün bir banyosu vardı tuvaletle bir arada. Sonra bir mutfağı ve uygun bir balkonu. Açık bir giriş ve küçük, çokgen bir oda. Gül kartpostallarıyla döşenmiş bir odadan hiçbir şey kalmıyor geriye. “Sana hiç
kızabilir miyim/Bana bir gül ver.”  Şöyle bir şey asılıydı masanın tam karşısında: “Bu gece en hüzünlü şiiri yazabilirim.”
İnanın ki, bildiğiniz o hüzün avcılarından değilim ben. Hüznün insan yaşamındaki önemini iyi biliyorum ama. Terk edilmiş bir maden ocağı; orada, eski zamanlardan kalmış yaşlı bir köpek. Bekliyor.
Tanrım, her yer ne kadar ıssız! Kanındaki tuzu tüketiyorsun. Bütün ömrünün geçtiği bir orman yakılmış; sen yangın yerinde senden bir iz arıyorsun. Mavi bir iz, yeşil bir iz… Bir şiir yazıyorsun, en büyük şiirini, ömrünün şiirini; yitiriyorsun sonra. Hüzün, bir türlü anımsayamadığın o şiirin sen de kalan anısı. Ayna içinde ayna. Bu gece en hüzünlü şiiri yazabilirim. “Artık hep böyle şiirler yazacaksın.” diyorlar tek ayak üstünde parmak uçlarımla duvara dayadıklarında beni. Otomatik tabancalar, telsiz
sesleri ve darmadağın edilmiş çokgen odam. Biraz romansıydı evet. Çokgen bir hüzün, dağıtılmış, yırtılmış, çuvallara doldurulmuş kitaplar. Kız, ham bir meyve gibi daha, ısırdıkça dişlerini kamaştırıyor  genç adamın. Bütün bunları nasıl anlatsın ona. Yaşamak başka!
Genç adam, kendisiyle kendisinin arasına bu kızı koymayı deniyordu. Kendisinden uzaklaşıp bir yerlere varmayı mı  tasarlıyordu? Yeni bir yerlere, hiç solunmamış ve kalem oynatılmamış üstünde? Her aşk aslında biraz güncellik kokar, mitolojik yanıyla birlikte. Her aşk, deli bir içerik
yüklüdür bir prizmada yitmek gibi. Tek odaklı çoğulluk. Ama kız, ne yapıp edip her şeyi masalsıya taşıyor rahatlığıyla. Genç adamın yakındığı aslında bu. Çünkü artık bıktı o hem düş hem düşlemlerden. Çünkü o, bir bıkmış. Bu yüzden ben, onu anlamaya çalışmak gerek diyorum. Anlamalı, ne olur insanın üstüne bir dağ devrilirse. Korna sesleri, çatapatlar,  irkiltici düdükleriyle hep uzaktan geçen trenler, umulmadık yerlerde dört yol ağızları. Anlayamıyorum, neden istiyor sanki gündelik ilişkilerin içinde yitmeyi beceremeyeceğini bile bile. Mumu aldı ve fırladı birden, kitap rafına doğru. Ne bulacağını sanıyor sanki orada? Alttan bir çekmeceyi çekti, çok eski bir defter çıkardı. Sanki antik bir yapıdan bir yel esti yüzüne, sarsıldı. Sırtından akan yalazı ayrımsadı, tir tir titredi. Kendine gelir gibi olduğunda masaya dönmeyi akletti. Her devinimi, kutsal bir iş yapıyormuş, bir ayindeymiş havasındaydı. Bilinçsizce masanın uzak köşesindeki sigaradan yaktı. Bir fotoğraf!  Açtığı ilk yerden çıktı o. Çoktan unutulmuş, tarih öncesinden kalma. Ters duruyordu; çevirip çevirmemekte duraksadı. Gözlerindeki hüzün tane tane dökülüyordu masaya. Bir insan, yalnız bir düğünde bu kadar mutsuz olabilir: “Düğünler, düğünler mutsuzluğumuzun en eski biçimleri”
“Siz durun, ben öteye geçiyorum.”
Belki sırası değil, ama söylüyorum: Ben, tam üç yıl aynı ses tonuyla konuştum. Ondan önceki iki yıl da başka bir ses tonuyla tanıyorlardı beni. Bir kız vardı, çilli ve biraz topal; adı Feriha. Uzaktan sevdiğim üçüncü kız işte odur. Babam diyor ki: “Yoruldum artık.” Anam diyor ki: “Hep birlikte bıktık; yaşamın safrası mıyım ben, ilk günahı tek başıma mı işledim ben? Yeter artık, bana kendini muştula!”
Oysa dedem demişti ki: “Adam olmazsın sen!” Kız diyor ki: “Niye öyle bakıyorsun? Elbette istiyorum seninle sevişmeyi. Işığı kapat ama! N’olur?!” Bir çoban matarasından su içiyoruz. Gölgem, hiç eşit olmadı bana.

Geçen gün Aysel’le karşılaştım bir barda. Yeni bir aşk ve yeni bir esrime satın almış kendine. Elbette iyi şeyler bunlar. Fabrikalarda yitip gitmek de vardı işin ucunda. Ona, doğru görünen size öyle görünmeyebilir, bunun ne sakıncası var? Aysel mi? Beğenirdim eskiden. Hayır hayır, açık söylemek
gerekirse ülküsel ilişkilerde bir ayrıntı değildi o. O, oydu yani, O! Yaşama bir ayrıntı olarak katılmaktansa, kendini geleceğe göre kurgulamak ve orda herkesle birlikte dal budak salmak daha bir anlamlı değil mi? Erk?! Hayır, evet her şey apaçık ortadaydı: Kemikleşmiş bir dev çark, insan adına,
umut ve mutluluk adına ne varsa eziyor ve kendine mâl ediyordu. Aysel ise, küçük, aykırı bir taş gibi atıyordu kendini bu dev dişlilerin arasına. Ben sanıyordum ki, o, ancak orada var olabilecek ve yaratacak kendini. Hayır, Aysel iyi kızdır. O, bütün bunların ayrımında. Hayır, unutmuş olamaz! Aysel, aşka ve esrikliğe mi sattı kendini? Hayır, o eski umutlarını pazarlıyor şimdi: gözlerimle gördüm. Aysel, umutları demekse evet, kendini sattı. Öyle rahattı ki bana “merhaba” derken… Umutlandım, uslanmazım ya! “Ben bir kalpazan değilim.” “İyi!”
Sabah oluyor… İşte ben bunu anlatmaya çalışıyorum size. Sabah, sizi ilgilendiren bir olgu olmayabilir. Belki böyle daha iyi ve daha uyumlusunuzdur. Sabahı istememe hakkını da bulabilirsiniz kendinizde. Varlık nedeniniz sabahın olmamasını savunmak da olabilir, inanın önemi yok bunun. Sabah oluyor, işte o kadar. Bir geyiğin ardına düşmüştüm: bacaklarımı tanımama  neden olan olay işte budur. Elimde tüfek yoktu gerçi. Hiçbir avda silah kullanmadım ben. Güvendiğim tek silahım
gözlerimdi. Karşısına geçip gözlerine bakabilirsem, ardımdan geleceğine inanıyordum. Değil, biliyordum. Benim alevi/Sünni gibi bir sorunsalımın olmaması doğal. Giderek, kendimi bir Osmanlı saymamam da. Tarihimi onlardan ayrı yazmayı çok düşündüm. Sanırım başardım da bunu. Ama
nedense birileri çıkıp beni onlara yormakta sakınca görmedi. İlkin epeyce zorlandım onların anladığı anlamda bir ataerkil olmadığımı anlatmakta. Sonra yavaş yavaş kanıksadılar beni. Buna elbette üzüldüm. Çünkü bir deli gömleğiydi kanıksama, bana yakıştırılan. Kanıksanmakta da biraz içerilmek var gibi. Böylece onların ağına düşmüş oluyordum yani. Hâlâ bir kimlik arıyorum sizin anlayacağınız.
Yo yo, buyrun oturun. Ben de yeni geldim zaten. Yok canım o kadar da serin değil ortalık. Biraz ıslak, o kadar. Hayır hayır, siz oturun; gül dediniz de…
Genç adam mı? O defteri neden görmek istediğini unuttu. Çünkü fotoğraf defterin yerine geçmişti. Fotoğraf mı? Soraklamanızı anlıyorum, ama bekleyin lütfen, vaktimiz var daha. Öyle özgün bir şey de değil canım: Güzün önünde bir kalabalık, onların önünde kırlangıç uçuşuyla gülen kumral bir kız. Sözümü kesmeyin lütfen. Kız, göğsünde tutuyor tabancayı, kadının Kuran’ı tuttuğu gibi. Uyur uyanıklık arasında oturuyor sandalyede genç adam. Kül tablasına eriyip yayılmış olan mum, son soluklarını veriyor o bildik kokusuyla. Duvara baksaydı kirli, kocaman bir baş gölgesi görecekti. Başın, pekmez rengi, ucuz cam vazodaki gülün gölgesini kapattığını da. Orada yatak vardı. Daha doğrusu, kızın yattığı yatak oldukça genişti. Kız, düzgün aralıklarla, sağlıklı insan soluyuşlarıyla soluyordu;
insanı irkiltecek kadar sağlıklı.  İki yamaç da çam ağaçlarıyla kaplıydı.
Yamacın birinin dibinden tozlu bir yol uzanıyordu. Yolun kıyısından, ya da öbür yamacın dibinden dupduru, küpküçük bir dere akıyordu. Bu suyun bu kadar arı, bu kadar saydam olması şaşırtıyor insanı. Bu kadar duruluk! Derenin kıyısı, binlerce tür ağaç ve ağaççık ve çiçekle, kuş ve börtü böcekle donanmıştı. Sonsuz bir var oluş düşlüyorsunuz bir an, sonsuz bir ölüm uykusu. Sıkışıyor yüreğiniz, beyniniz dumura uğruyor. Oradan, dağdan inen patikanın yanında bir su kaynıyordu; parmağınızı iki dakika tutamazdınız içinde. Us, eriyor: Karac’oğlan! Fotoğraftaki mi? Aysel değildi,
hayır. Ben de oraya geliyordum zaten. Düşmana ulanırsa, eski dostlarından öcünü alabileceğini umuyordu. Elbette buna bir ad koymak gereksiz. Böyle durumlar adıyla gelir bildiğiniz gibi. Her şeyi açık açık anlatamadığımı,
sanıyorum sezi-yorsunuz. Demek sıkıyorum sizi. Biraz sıkılmak iyidir, öyle mi? Peki, içkilerimizi yenileyelim öyleyse. O, kör bir inanmış olduğundan, yani bilinci ile duyarlığı arasındaki köprüleri sağlam kurmadığından teslim oldu sonunda. Amacım onu yargılamak değil kuşkusuz. Bunları birer
saptama sayın lütfen. Ama onun benden alıp götürdükleri de var yani. Yine de yargılamak bir misyon işi. Oysa ben o değilim. Neyse, o gece orayı buldular onun yardımıyla. Dediğim gibi, çoktan kaçmıştım ben. Sonra ne mi oldu ona? Ben olanları değil, olmuş olabilecekleri söylüyorum size. Emdiler içini onun, kuruttular onu. O, kendine ilişkin, onu o yapan ne varsa dışlayarak posalaştı. Kullanılmış ve artık işe yaramaz bir eşyadan başka bir şey değildi o. İçeriği boşaldı, varlığı anlamsızlaştı. O gece vurdular onu ormanın içinde. Ipıssız bir yerde etçillere bırakıp işlerine baktılar.
İnsanlar yavaş yavaş caddelere üşüştü, gözlerindeki kırağıları temizleyerek. Bir şey oldu veya hiçbir şey olmadı. Ama, kirli bir kan gibi şorladı sokaklara bir başka, bambaşka yaşam.
“Anlattıklarının kimseyi ilgilendirmediğini, alay konusu olduğunu, kimsenin seni dinlemediğini ayrımsamadın mı?”
“Kız ne dedi uykusunun arasında biliyor musun? Ne güzel sevgilim, çam kokuyorsun!”
“Çam mı?!”
                                                              
                              MUAMMER KARADAŞ                                       
                              Şubat’87, Ankara                                                  
                              Mart’87, İstanbul                                  
                              Kasım’98, İstanbul


Yorumlar

İzleyici Neye Bakıyor?