DENEME, DEĞİNME YAZILARI

 

  1. DOĞU’DAN,  ÖNCE GÜNEŞ SONRA İNSAN DOĞDU(HARLANMIŞ ATEŞ SÖYLENCELERİNİN SON HABERCİSİ: HAYDAR OĞUR)

Coğrafya ile, o coğrafyanın üstünde yaşayan insan arasındaki bağ dramatik biçimde koşutluk göstermiyor mu? Bir Ortadoğu veya Güney Amerika yerlisi için de, bir İrlandalı için de, bir Basklı veya Mezopotamyalı için de, bir Balkanlı için de gözlenebilir bir durum değil mi bu? Masal, destan veya bunları her nedense hâlâ kapsamakta olan şiir bu tür coğrafyaya en yakışan anlatı türü bana kalırsa (Ama bana niye kalsın ki?!). Bu coğrafyalarda yaşayanlar, örneğin bir on dokuzuncu yüzyıl yaşantısı ve onun karşılığı olan romana evrilememiştir. Bu coğrafyalarda bale, opera, daha ileri giderek sinema ve dahası bilim, çölde suyla karşılaşmak gibi bir tansıktır.

Sözünü ettiğimiz coğrafya (Mezopotamya, Anadolu) hiç kuskusuz, andığımız öbür coğrafyalardan daha özgül özellikler taşıyor. Burası, neredeyse tarihin başladığı topraklar; ve bir zamanlar burada egemen ve “uygar” (kan ve can pahasına) mutlu(!) toplumlar yaşadı. Günümüz uygarlıklarının(!) tohumları işte burada atıldı; insan, burada “insan” oldu. Kimin ne bildiğinin, ne söylediğinin hiçbir önemi yok; Doğu, insanın da doğduğu yöndür, yerdir.

Birkaç uç tarihsel durumu (ki, sürrealizm kanımca bu uç duruma karşılık düşen son akımdır) görmezden gelirsek Batı, sanatın anası diyebileceğimiz “acı”dan kurtulmuştur. Yani Batı ve bir biçimde onun yaşantısını süren öbür coğrafya parçaları, sanata (ki sanat, insanla dizge, insanla varoluş, insanla insan arasındaki sorunsalla her şeyden çok ilgilidir) gereksinim duymayacak kadar iğreti bir düşgerçekçiliği yaşamaktadır (ki sanat, sanalda oluşmaz; varlığını hayatın damarlarından damıtır). Dahası, Batı’nın, geleneksel anlamda, insan sorunlarını içtenlikle çözmek isteyen bilimle de ilişkisini yavaşlattığı, koparmak üzere olduğu da ileri sürülebilir; zira bilim, insan sorunlarına ya da insanla doğa arasındaki sorunlara çözüm arama sanatıdır; yani, sanatla (özellikle edebiyatla) bilim kan kardeşidir (Bu kardeşlerin arasına dini ve felsefeyi de ekleyebiliriz sanırım.). Sanatın (özellikle şiirin) ömrünü doldurduğu bir ortamda bilimin var olduğunu söylemek, yalan söylemektir; en azından ham hayaldir. Oysa Batı’da, ahir zamanda “bilim” olarak ileri sürülenler daha çok, bir azınlık için diğer insanları kandırmanın bir  yordamı gibi görünüyor. Yani bilim günü-müzde, ya uzayla ya (ve elbette en çok) savaşla ya da insanın (istatistikte eser derecede önem taşıyan “insan”ın, o müthiş azınlığın) ömrünü uzatmakla ilgileniyor; ki bunlar da verili gerçekil insanla alay etmekten başka bir anlam taşımıyor. Kaldı ki, bilimsel sonuç olarak ileri sürülenlerin çoğu, bir betimlemeden ileri gitmiyor “Buluş” yok. Ya da, bilim deyince artık ilk akla gelen “buluş”, bireyi daha çok tüketmeye yönlendirmenin bir aracı gibi görünüyor.

Bütün bu nedenlerle şiir, Doğu’nun sanatı olmayı sürdürüyor hâlâ. Çünkü şiir, deforme olmamış insan ve onun içtenliğinden doğar. Şiir, mekânik ve plastik olma-yanın, “sahici” olanın, doğayla barışık olanın sanatıdır. Yani güneş, insan, şiir Doğu’dan yükselmeyi sürdürüyor.

***

Uzun uzak yollardan geldiler, uzun yol yolcuları. Buradaydılar, vardılar, olamadılar. Onlara bakarak biz (biz “Türkler”), bu coğrafyada konuğuz hâlâ. Biz ve niceleri ne çok acı çektirdik onlara. Onlar ki, bu toprakların kadim sahibi kim bilir kaç bin yıldır. O ki hâlâ roman çağına erememiş, esatirlerde, mesellerde kalmış; her çocuğun şair olarak doğduğu, destanlarla, kahramanlık öyküleriyle büyüdüğü bir halk. Masal çağında olduklarını ileri süremesek bile, destan çağını henüz yaşadıklarını söyleyebiliriz rahatlıkla (Olağanla olağandışının iç içe geçtiği olaylar, mekânlar, kahramanlar çağı!). Taş Devri’nin, “insan” için çağımızdan daha yaşanır bir çağ olduğunu düşünen ben,  onları küçümsüyor falan değilim.

Bir yirmi birinci yüzyıl halk ozanı sayabileceğimiz Haydar Oğur’un yapıtlarında bu, açıkça görülüyor. Elbette ve yazık ki, sazla söylenemez onun yazdıkları, zira o bir okuryazar. Yazdıklarında masumiyet yok bu anlamda. Bütün yazdıkları; türler üstü. Bu da onu geç zaman destan söyleyicisi kılıyor. Ben, onun yazdıklarına epik diyo-rum ısrarla; ama lirizmin coşkun suyunda yunmuş bir epik. Yiğitliğin, acının, korkunun, yenilginin, mitolojik göndermelerin, aşkın, ölümün (özellikle doğal olmayan ölümün, o yiğitlere, kahramanlara özgü ölümün, arkadan vurularak, intihar ederek, çatışarak, dağlardaki ölümün) ve annenin… izlek olarak seçildiği bir esatir. Haydar Oğur’un bütün yazdıkları (olasılıkla yazacakları da) bölünemez, bölünmesi olası olmayan tek bir anlatının parçaları; adına ister şiir desin, ister öykü, roman ya da destan. Elimizdeki dört kitabı (Sonsuzluk Öyküleri, Dersim Kaç Behzatça Yangındır, Yeşil Paprikalar Ülkesinde Doruklara Ağıtlar, Kireç Lahitler Üstünde)  beni doğruluyor. Son kitabına (Kireç Lahitler Üstünde) bir tür adı yakıştıramaması, kendisinin de bunu sezdiğini düşündürüyor. O, bütün anlatılarında bir trajedinin izini sürüyor. Geçmişi (nine, dede ve dünde yaşamış efsanevi akrabaları kullanarak) güne bağlamaya çalışıyor. Günün temel sorununa. Mutlak yenilgiye. Yenilgi hem ulusal, hem siyasi (toplumsal) hem de kişisel onun anlatılarında. Durmaksızın düşlendiği, düşlenen için kavgaya girildiği, ama hepsinden de yenilgiyle dönüldüğü anlatılıyor. Çoğunca tekil örneklerden yola çıkılıyor, ancak sonuç değişmiyor: Yenilgi! Bu, genellikle, ölüm demek oluyor. Başlarda (ilk kitaplarda) yakın zaman kahramanları söz konusuyken, son yapıtlarda bu, bir destan anlatıcısına yaraşır biçimde genelleştirilip belirsizleştiriliyor. Özlemle anılan eski zaman motifleriyle örülmüş kahramanlar ve onların yaşadıkları hayat, çağın acımasız cangılında, bir serap gibi flulaştırılarak anlatılıyor. Burada, anlatılanlar da anlatı da yoğun biçimde silikleşiyor ve bir gecik-miş tarihin içinde eriyor. Yani açıkça bir bilge tavrı seçikleşiyor: O, artık anlattıklarının bir parçası, bir oyuncu değil (aslında bütün anlatılanlar onun başından geçiyor); ümmi bir anlatıcı, anlattıklarının çoğunu kendinden önceki anlatıcılardan (söz ustalarından) dinleyip bize yaşlı bir bilge gibi sakin sakin (kendi duygularını da katmaktan çekinmeden) anlatan çağdaş bir anlatıcı.

Coğrafya, Haydar Oğur’un temel sorunsalı. O adıyla sanıyla anarak, coğrafyayı mitolojik bir mekâna dönüştürüyor, kanın, kıyımın, acının eksik olmadığı; ama yine de özlenen, düşlenen, hayıflanarak anılan bir Yeni Atlantis, İda Dağı, vaat edilen ülke, Ütopya… Bu coğrafyada, at üstünde uzaklardan gelen bilge yabancılar, gün görmüş yaşlı akrabalar, Meryem Ana gibi betimlenen anneler, tuhaf, egzotik hayvanlar (kuş-lar, yılanlar, kurtlar, geyikler…) yüce dağ dorukları, zorda kalan insanı saklayan ağaç kovukları, mağaralar, çocuk gözüyle dipsiz göller… vardır.  Masalların ve destanların vazgeçilmez motiflerinden kötüler de en az iyiler kadar rol üstleniyor onun coğrafyasında: şahmaranlar, jandarmalar, askerler, devlet, kan davası güdenler…

Onun bütün anlatılarında coğrafya başrolü oynuyor: ‘Yağmalanmış harita”. Ama coğrafya kadar, bu coğrafyanın acımasızlığı ve coğrafyadaki sertlik ve yabanıllık da okuyana bir şey, önemli bir şey söylüyor: kar, sis, uçurum, yılanlar, kurtlar, dağlar, tepeler,  uçurumlar, dikenler, delirmiş gibi coşkun akan sular, kayalar, geçit vermeyen sık ağaçlar…  Dedik ya, coğrafya Ortaçağ coğrafyası:  Aşiret reisleri (küçük derebeyleri), söylence kişileri, uzaklardan gelen bilge yabancılar, sanki binlerce ya-şındaki nineler ve kötüler bu coğrafyada geniş zamanın,  görülen ve duyulan geç-miş zamanın hikâyesi biçiminde at koşturur. Bu coğrafyada kıyım, katl öyle olağandır ki, yaşamın bütünleyicisi, vazgeçilmez bir öğesidir. Sanki bu coğrafyanın insanları için başka türlü bir yaşam olmamıştır ve öngörülemez, Bu halk (Haydar Oğur’un bize tanıttığı halk), sanki asla başka türlü var olamaz; bu onun yazgısı ve var olma biçimidir.

Haydar Oğur, diliyle de sıradan bir Türk okurunu tedirgin ediyor, birçok nedenle: Alışılmış cümle kalıplarını kırıyor, bozuk cümleler kuruyor, sözcüklere alışık olma-dığımız anlamlar yüklüyor, sanki Türkçeye içeriden bir muhalefet geliştiriyor. Sözde Türkçesine karıştırdığı Kürtçe sözcük ve cümlelerle (genellikle ayraç içinde Türkçesini de veriyor) birtakım okuru tedirgin ederken, hedef kitlesini ima etmekten çekinmiyor.

Haydar Oğur, ayrıca bir kolaj denemesine girişiyor yapıtlarında, adını anarak veya anmayarak ya da salt bir selam sarkıtarak birçok alıntıyı yediriyor yapıtlarına. Bili-nenden bilinmeyene, klasikten güncele birçok yapıta göndermeler, onlardan alıntılar yapıyor. Bunların çoğunda, yapıtlarından alıntılar yaptığı yazara bir ima var; bir bölümü ise okurun ferasetine bırakılıyor.

O diliyle de, sevgilileriyle de, yaşama ve geleceğe, sanata bakışıyla ve ideolojisiyle de… bir kozmopolit. (Kozmopolitliği, kentten “ora”ya bakışından seziliyor.) Haydar Oğur, geç zaman bir destan anlatıcısı. Türkiye gerçeğini korkusuzca dillendiren bir Avrasya, bir Ortaçağ, bir Yeniçağ trubaduru; Mezopotamya’nın bütün tarihini içsel-leştirmek arzusuyla kıvranan bir geç zaman İbrahim’i. Haydar Oğur, görmezden ge-lindikçe kendini var eden bir simurg.  Daha iyi ve şaşırtıcı olanı, çıktığı acımasız, kıyıcı, yok edici, serap ve aldanmalarla dolu yolun henüz başında olması… Çünkü destan uzun, ömür kısa!

Kolay gelsin!

                                                  MUAMMER KARADAŞ

2. SOYSAL EKİNCİ
İNTİHAR: BİR ÖZGÜRLÜK DENEMESİ


soysal amca kendini astı


Bu Dünya insan İçinliğini Yitirdi Artık


Bu dünya, insan içinliğini iyice yitirdi artık. Böyle bir cümleyi inanarak yazmak, çok acı veriyor bana.
Acı veriyor, çünkü hiçbir imgesel yükü, hiçbir dolayımlı çağrışımı yok. Doğrudan yaşantımızı, yaşantımızdaki yeni, absürt bir dönemi imliyor. Böyle bir cümleyi inanarak kuran bir bireyi, hiçbir söylem, modern, modern öncesi veya modern ötesi hiçbir söylem kandıramıyor. Birey, az çok düşünen bir birey, var oluş nedenlerini yitirdi. Dünya, yaşam, bireyin egemenlik alanından, gözeriminden çıktı çoktan. Birey: bir hiç. Kanımca psikoloji (ve bütün yan alanları) inanılır değil artık. Sorunları karmaşıklaştır-maktan, birey için yeni bir yitme alanı yaratmaktan başka bir anlam taşımıyor.
Yabancılaşma son aşamada. Bütün iletişim noktaları bir bir kararıyor. Ölüm, ister istemez kendini bir seçenek olarak dayatıyor, zorunlu bir seçenek.

Bu Dünya İnsan içinliğini Yitirdi Artık


Umut, insanın kendini kandırması. İnsanın özü açısından, gelişme söz konuşu değil. Bana kalırsa, insanın özünün zedelenmesi, giderek yitmesi veya tersine bir ivme içine girmesi söz konusu. Nice çabalara, nice acılara karşın, birçok amaca asgari düzeyde de olsa erişilemedi. Biçim, içeriği yedi.
Çünkü, bütün ilerleme ve gelişmeler insanın özüne karşıt gibi görünüyor. Umut, umutsuzluğu besledi. Araç, amacın yerine geçti. Çözümler karmaşıklaştıkça, çözüm olmaktan çıkıp sorunun ta kendisi oldu.
Sanki, “İnsan insanın kurdudur.” sözünü doğrulamak için yaşıyor gibiyiz. Bir kara delikteyiz ve herhangi bir ışık görünmüyor. Bunu ayrımsayan bilinç yaralanıyor; altındaki toprağın kaydığını, kendini sonsuz bir boşlukta duyumsuyor. Yaralı ve ayrımsayan bir bilinç, potansiyel özkıyımcı oluyor. Yaşamla ve dünyayla bağı, akışkan olmayan kılcal damarlarladır artık. Çarçabuk bu kılcal damarlardan biri öne geçip kemikleşebiliyor. Avuntu kalmıyor başka; neden kalmıyor varlığı sürdürmek için. Özne, salt bu
damara yöneldiğinden, bu damarı da, amacıyla çelişmek pahasına, incitebiliyor. Aslında bu, son vuruşu tehlike çanının. Hayır, evet belki biraz duygusalım. Ama hoş görüyorum kendimi.


Bu Dünya Bizim İçinliğini Yitirdi Artık


Aslında bir intiharın hiçbir açıklaması yoktur; veya sayılamayacak kadar çok nedeni vardır. Bir intiharın ardından yazı yazmak, doğrusu benim için çok beklenmedik. Çünkü, kendim yıllarca potansiyel bir müntehir olarak yaşadım. Ama ben, hesabı şiire ve edebiyata kestim başlarda. Ardından, çarkın tersine dönmeye başladığını ayrımsadım; bu kez, şiirle ve edebiyatla aramı açtım. Kaçak dövüştüm yani. Başlarda her şey cesaretsizlikti; şimdi ise, yaşıyor olmak kadar anlamsız buluyorum özkıyımı.
Ama biz. Soysal Amca’yla(*) yaklaşık bir buçuk aydır bu psikozu yaşıyorduk. Olabilecek en yoğunlukta. Yine de, yine de, hiç hazır duyumsamıyordum kendimi böyle bir yazı için, hiç…


Bir Kuşak Kurban Vermeyi Sürdürüyor Hâlâ


Bir kuşak kurban vermeyi sürdürüyor hâlâ, kurban oluş biçimleri aynı olmasa da. Bir kuşağın dile sığdırılması zor trajiği bu. Bu kuşak, olamamış, ama kanayan bir toplumun bağrında yeşerdi. Bu kuşak, bütünleyemedi kendini. Bu kuşak, aldığından çok, çok fazlasını vermek zorunda bırakılmış bir kuşak. Bu kuşak kafeslerin labirentlerinde, kendini anlatmaya utanarak büyüdü. Bu kuşak, bir kısırdöngüde, bilediği kamaları kendine yöneltti. Bu kuşak fetişler kurbanı. Bu kuşak, çözümsüz. Bu kuşak, anlatımsız. Bu kuşak, tuzla buz. Toplumumuzdaki hiçbir kuşağın yapısının bu kadar karmaşık,
sonunun bu kadar trajik olduğunu sanmıyorum.


Bir Kuşak Kurban Vermeyi Sürdürüyor Hâlâ


Bir kuşak kurban vermeyi sürdürüyor hâlâ; çünkü yollar çıkmaz. Bu kuşak, önce, basit yöntemlerle çözülmesi olası çelişkiler yüzünden birbirine kıydı (Bunu söylemeyi sürdüreceğim). Bu, tek başına ele alınabilecek bir trajikti zaten. Ardından, bir balyoz harekâtıyla hedef gözetilerek, taammüden ateş
edildi üstüne. Dile sığmaz işkenceler, gözaltında yitmeler ve darağaçları da bu kuşak içindi. Sonra, sonra ölüm oruçları geldi. Edebiyatın öcü görmüş gibi kaçtığı yine bu kuşaktı. Ve’ler, veya’lar, çünkü’ler anlamsız… Somut olarak söylersek, bu kuşağın yazgısı bir on yılda, 70–80 arasında ilmik ilmik örüldü.

Bir Kuşak… Bir Kusmak Kurban Vermeyi Sürdürüyor Hâlâ


Bir kuşak kurban vermeyi sürdürüyor hâlâ; çünkü içerik bulandı. Sonra çıktılar dışarı… Büyük umutlar, büyük düşlerle… çıktılar! Tehlikeli umutlar, tehlikeli düşlerle… Ellerinde, beyinlerinde, yüreklerinde patlayacak düşler ve umutlarla. Bu infilak duyulmadı pek, beklendiği gibi. Çünkü, yeni bir on yıl… Yeni bir on yılda başka bir senaryo konulmuştu sahneye. Bireyler gergedanlaşmış, insanın altı çizileceğine üstü çizilmişti. Gölgeler, yalıtılmış duvarlar arkasında (yıkılan duvarlara nazire olsun diye) anlaşılmaz,
geçirimsiz, tıkız bir dansın artistleri. Kimsenin kimseyi duyacak dermanı ve olanağı kalmamış. Kale içten zapt edilmiş, bilince nüfuz edilmiş ve parçalanmış bilinç. Bilinç, paramparça bir aynadan izliyor olup biteni. Aslına bakılırsa, biraz da bu kusursuz senaryo, dünyanın az çok da olsa ins an içinliğini yok etti… Bu kuşak, amaçları ve beklentileriyle olan ve gerçekleşen arasında sıkışıp kaldı, sözcüğün en ndolu en yoğun anlamında sıkışıp kaldı. Savruldu, parçalandı, toz olup uçuştu. Çok azı, belki çok azı bir
yumuşak inişi denedi. Denedi de ne oldu: Herkes kendi trajedisine yargılı. Herkes üçüncü dereceden bir şeylere sarıldı. Soysal Amca bir kadına.


Kadın Erkeğin Cehennemidir


Kadın erkeğin cehennemidir, erkek de kadın için öyle midir? Hiçbir kadın hiçbir erkeğe, sözcüğün arı anlamında, âşık olmaz: Kadın âşıksa somut beklentilerine âşıktır. Erkek ise bir kadında kendi yarattığı imgeye vurulur. Yaşamda kimse kimseyi salt o olduğu için sevmez. Ama, kendi uydurduğumuz yalanlara inanmak hoşumuza gider, bedelsizdir. Kaldı ki, salt o olmak (veya ben olmak) olanağı yok somut koşullarda. İşin özü de, kimse “o” veya “ben” değildir. Bütün bunlara karşın Soysal Amca bir
kadına sarıldı. Dedim ki ona, “Kadın erkeğin cehennemidir.”; dedi ki bana “Ne fark eder, pervanenin ateşten başka nesi var!” Lanet o kadınlara ki, cehennemliğinin bilincindedir. Lanet o kadınlara ki, bu avantajlarıyla (İşte her şey bu avantajda düğümleniyor.) küçümserler. Hor ve kaba davranır-lar, aşağılarlar her an kendini içine atmaya hazır olanları. Onlar dost mudur?! Kim, bardağı taşıran son damla olmayı ister? El cevap: Kadınlar. Çoğu, pek çoğu. Biraz insaflı davranırsak, en azından umurlarında değildir.


Kadın Erkeğin Cehennemidir


Soysal Amca bir kadına sarıldı, bir Kâbe, bir kıble, bir put, bir tapınç, dahası bir tanrı olarak. Bütün isteklerini, bütün beklentilerini, umutlarını ona yıkarak, ona yükleyerek. Ya kadın, bu kadar vefakâr, bu kadar cefakâr mıdır?! Peki kadın, bütün bunlara zorunlu, yargılı mıdır? Cehennemliğinden istifa edebilir mi kadın? Hayır, bence bu yapısal. Kadın, böyle… Hayır, bir intiharı asla indirgemek istemem.


Biz bir buçuk ay bu intiharı pişirdik. Ne ben, ne kimse bir parça yaklaşabildik Soysal Amca’ya; bir profesyonel, alanının uzmanı bir profesyonel bile yaklaşamadı. Soysal Amca kendini bir kafese kapattı, elektrik verilmiş tel örgülerle çevrili. Ne kimse yanaşabildi, ne kendisi çıkabildi içinden (çıkma isteyip istemediği ise ayrıca tartışılmalı). Soysal Amca kıvrana kıvrana astı kendini. Ölünmesi zor bir yere astı ve kendi yüzünü örttü ölmeden önce, nasıl yaptıysa! Kirli bir dünyaya atılan bir tokat gibi astı kendini. Gölgeler ordusunun bir bireyi olmayı beceremedi. Bütün sorulara görkemli bir yanıt olarak iki gün asılı kaldı: “SUS
diyorum kendime SUS, parmağım dudağımda” (Soysal EKİNCİ)
Hiç konuşmuyordu, 1991’de almıştı bu kararı. Ama, “Sadece ölüler konuşur bu ülkede SUSSANA” (Soysal EKİNCİ) Yani şimdi, bir geveze gibi konuşuyor, ölümüyle. Soysal Amca’nın ölümü, kendi anlamını çok aşıyor. O, bir kuşağın trajedisinin tipik temsilcisi.
Tutku incitir, tutkunun doğası çakışmamaktır. “Okyanus göğe aşıkmış/Hava değil su sanırmış/Bin yıllarca onun için/Nice gemiler batırmış/Ben okyanus sen gökyüzü/Çekip yerlere yağarsın/Çöllere hayat verirken/Beni kendimde boğarsın” (Soysal EKİNCİ) Soysal Amca’nın şiirlerini hiç bu gözle okumamış-tım. Meğer ne çok ilgilenmiş ölümle. Şiirleri baştan başa ölüm motifiyle örülü.


Soysal Amca Kendini Astı


Soysal Amca kendini astı tutsaklığının zincirini kırmak için. Evet, sözcüğün hem soyut hem somut anlamında bir tutsaktı o. Hangimiz değiliz ki! “Bir insanın özgürlüğü uğruna bin insanı acılara boğduğum için beni bağışlayın. Ardımdan ağlamayın. Soysal” (intihar Mektubu) Özgürlüğü ölümde
aramak, bir düşünsel dizgenin iflası; en azından çağımızdaki somut bireyde iflasıdır. Tuhaf, çok tuhaf!

Hayat, ölümün alternatifi midir! Yokluk (adem) özgürlük olabilir mi! Bilimsel anlamda ölüm kaçınılmaz olabilir; felsefi anlamda böyle değildir. Soysal Amca için hangisi doğru? Ben bilmem, tarih bilir: Üç şiir
kitabı var.
Soysal Amca Özgürlüğüne(!) kavuştu; ya geride kalanlar? YANİ BİZ!
Soysal Amca Kendini Astı: İpuçları
“Aşk, başka bir varlığa katışma çabasıdır. Bu bütünleşme ancak sevgiye boyun eğerek ve ‘öbürü’nün de boyun eğmesini başararak mümkün olur. İnsanın kendini bütünüyle bir şeye, ya da ‘o bir başka kişiye’ adaması zordur. Az kişi bunu başarabilir.” (Derleyip Düzenleyen Soysal Ekinci)

“Bu acıdan kurtulmak için acının nesnesini veya öznesini yok etmek gerekir.” (Bir buçuk ay önce, bir intihar girişimi nedeniyle yattığı hastaneden çıkarken bana söylediği) “Ben ölmüş olsam, kesin çok rahatlayacak; kurtulacak” (Kadının bana söylediği)

“Tek koşulum var (yaşamak için MK), o kadın benim istediğim koşullarda benimle olacak. Yoksa ya o ölecek, ya ben…” (Bana söylediği)

Bir Arkadaş: “Bu sorun ne olacak böyle?”
Soysal: “Bitecek, bitecek!” (Son gün, olasılıkla kendini asmadan birkaç saat önce)

“Bir mevsim daha çıktı hayatımdan acılarla /Bastırıyorum içimdeki ocağın harlanmış taşına dilimi/ İmgelemimden gitmeyen duru dağ gölleri yerine/ Kasvetli sular alıyor bedenimi” (Yıkıntılar Altında, Alan Yay., s.7.
Soysal EKİNCİ)
Ve başkaları, ve başkaları, ve başkaları…
Bir kuşak kurban vermeyi sürdürüyor hala, kadın ise panzehir değil:
SEN BENİM ŞİİRİMSİN
Sen benim şiirimsin
Sen benim şiirim.
Ben senin
Alevli imgelerinde
Yanmayı bekleyen
Beyaz bir mum gibiyim.
Öyle pürüzsüzce
Süzülmeli ki ışığın karanlıkta
Yağlanıp kirlenmeden
Eriyip tükenmeliyim.
HOŞÇAKAL SOYSAL AMCA
“*” Kişisel yaşantımızda adı “Soysal Amca”ydı. Ben ona öyle derdim.
MUAMMER KARADAŞ
Varlık sayı 1045, Ekim 1994


3. BİR KATILAŞMA DENEMESİ: SOYSAL EKİNCİ


Gerçek şu ki, bütün ayrıntıları anımsayamıyorum. O günkü duygu duru-mundan ve kişilikten de oldukça uzağım. Onun yakınlarıyla herhangi bir bağım, belleğime de yeterince güvenim yok. Görüleceği gibi, böyle bir yazı için epeyce sorunla karşı karşıyayım; yani yeterince nesnel bir yazı olama-yacak bu. Dahası, eskilerin deyişiyle bir “tarzı münasip” (uygun biçem) de seçmek zorundayım. Peki, bu yazıyı yazmak için doğru kişi ben miyim?
Soysal’ın, 1987’den önceki geçmişini bilmem. Yanılmıyorsam 1987’de, bir ödül töreninde Emirhan Oğuz (Soysal’ın deyimiyle “Ateş Hırsızı”) tanıştırdı bizi. (Emirhan’la da o gece tanıştım ve onu bir daha görmedim.)
Cağaloğlu’da, Belge Yayınları’nda dizgi yapıyordu. Orada yanına birkaç kez uğradım. Kazancının yetersiz olmasına karşın, umutsuz ve kötümser değildi: İçeriden çıkmıştı, kendince bir aile kurmuştu, kitabı yayımlanmıştı (kitabıyla ilgili yasal sorunlar yaşıyordu; ama, Soysal’ın bunu sorun ettiğine tanık olmadım.) vb. 
Bir iki kez evlerine konuk olduk şimdiki eşim, o zamanki sevgilimle birlikte. Üsküdar’da, öldürülmüş bir devrimcinin eşi ve çocuğuyla yaşıyordu. Birbirlerine sığınmışlardı; “acılarını bal eyleyip” var olmaya çalışıyorlardı. Kadın, beden eğitim öğretmeniydi ve oldukça etkindi. Çocuk dört beş yaş-larındaydı, Soysal’ı (baba olarak değilse bile) benimsemişti. Soysal, ilk kitabına bu kız çocuğunun adını vermişti. Onları, çölde bulduğu bir su gibi, yolunu yitirmişin gördüğü ışık gibi umutla seviyordu. 
Beni kendi arkadaşlarından birkaçıyla da tanıştırdı. Çoğu eski yoldaşları veya hapishane arkadaşlarıydı. Bunlardan, destansı öykü ve şiirler yazan Haydar Oğur’la (İkisi de benden birkaç yaş büyüktü, bundan olsa gerek ona “Soysal Amca”, Haydar’a da “Uğur Amca” diyordum.) dost olduk ve bu dost-luğumuz uzun yıllar, sıkı denebilecek düzeyde sürdü. 
Yanılmıyorsam biri kız, dört kardeştiler. Ailesi Pendik’te oturuyordu. Bir kezinde annesinin yaptığı nefis mantıları tattırmak için bizi, Pendik’in tepelerinde bir yerlerde yaşayan annesinin evine götürmüştü.
“Ana”sına çok düşkündü. Onu sık sık ziyaret ediyor, onunla içten, tatlı söyleşiler yapıyordu. Anasının, daha sonra taşındığı (yine Pendik’te), bakımsız bir bahçenin içindeki (sanırım) ahşap, iki katlı evin girişindeki mum çiçeğini unutamıyorum. İlk kez mum çiçeği görüyordum; çiçek açmıştı ve bu çiçeklerden bir sıvı damlıyordu, gözyaşı gibi! (Son taşındığım ve şu an oturduğum kira evinde ikinci kez mum çiçeği gördüm. Küçük ve bakımsızdı. Üç yıl sonra, bu yıl çiçek açtı. Bu damlamayı daha iyi gözledim.
On bir yaşındaki oğlum (Çağıl Ilgaz), çok şaştı: Çiçek; açmadan önce, açar-ken ve açtıktan sonra – yani üç durumda –aynı görüntüyü veriyordu.) 
1987’de, yani Soysal’la tanıştığım yıl İstanbul’dan ayrıldım. Gelip gidiyordum; bu arada Soysal’la da görüştüğümüz oluyordu. 1991’e değin kesintisiz bir İstanbul yaşantım olmadı. Bu nedenle Soysal’ın yaşamındaki değişiklikleri adım adım izledim, diyemem. Ancak, sürekli iş arar durumda olduğunu, yani düzenli bir iş yaşamı olmadığını biliyorum. Çok çetin bir ekonomik savaş içinde olduğunu, yoksulluktan başını kaldıramadığını da. Götürü işler yapıyordu. Ya her zaman iş bulamıyor, ya yaptığı işlerin
parasını düzenli alamıyordu. Alsa bile, kazancı asla yaşamını sürdürecek kadar olmuyordu. Oysa, o günler, birçok devrimci eskisinin (yayınevlerin-de, reklam ajanslarında, basınyayında vb.) küpünü doldurmaya başladığı günlerdi. Yani aslında Soysal, sulu dereye götürülüp susuz getirilenlerden,
yağmurlu havada susuz kalanlardandı.
Şiir, yaşamının odak noktalarından biri, belki birincisiydi. Başlarda, en azından benimle tanışmadan önce o dönemin adlandırmasıyla “hapishane şiirleri” yazıyordu. Ancak, giderek “iyi şiir”in ardına düştü. “İyi şiir” yazmak istiyor, bunun için yoğun bir mesai harcıyor, ancak yazdıklarından hoşnut kalmıyordu. Benimle ilişkisi de sanırım epeyce bu “amaç”la ilgiliydi. Sonuç olarak, şiiriyle ilgili bu “başarısızlık” duygusu, onda yıkıcı etkiler yapıyordu. Bu konuda suçsuz olduğumu söyleyemem: Bir iki kitap daha
yayımlamıştı bu süre içinde ve ben onun şiirini hep eleştiren oldum, hiç olumlamadım.
Herkes kendi “hayat gailesi” içindeydi; ondaki çöküntüyü zamanında kavrayamadık. Kavrasaydık elimizden ne gelirdi, bilmiyorum. Bir parça merhem, biraz deva olabilir miydik? Belki. Hepimiz trajedinin birer aktörüydük. Us sınırlarını zorlayan bir kopukluk yaşamış, bunu hazme-dememiştik. Hem siyasi hem toplumsal hem de ruhsal ( bedensel de) kırılmalar yaşamıştık en ağırından. Dahası, önemli bir bölümümüz şiir gibi duyguyoğun ve karmaşık bir süreç gerektiren bir “sanat”a bulaşmıştı. Çoğumuz, yoksul çevrelerden geliyorduk ve kendi göbeğimizi kendimiz kesmiştik. O acımasız çark karşısında yapayalnız ve çırılçıplaktık. İkilemler içinde boğuşuyorduk: olanaksız bir siyasi kimliği ve biyolojik varlığımızı sürdürmek. O koşullar altında ikisini birden sürdürmek acılardan acı seçmek demekti. “Kahır ekseriyet”imiz yeğlemesini yaptı, bir canlının vereceği tepkiyi verdi. Soysal, onlardan olmadı.

Ben o zamanlar onun doğru, bizim riyakâr olduğumuzu söyledim. Çoğumuz beceriksizliğimizden (ben onlardanım) bunu beceremedi. Kim haklı, kim doğru? Ben bir nihilist (hiççi) olarak bu soruyu saçma buluyorum. İntihar edebilseydim iyiydi; edemedim, bu da iyi…
Soysal’ın bastığı yer ayaklarının altından yavaş yavaş kayıyordu. Bir kimlik edinememişti. Sevdiği kadın (dolayısıyla kendi çocuğu gibi sevdiği çocuk) ondan uzaklaşıyordu. Yoksuldu, kazandığı (aslında nerdeyse hiç kazanamı-yordu) yaşamını en az düzeyde sürdürmeye yetmiyordu. Düzene, dizgeye, içinde yaşadığı koşullara hınçlıydı, örgütsüzdü, şiirle arasına mesafe girmiş-ti, yoksuldu, kendini çirkin buluyordu (ağzı biraz eğriydi), ve…
Birlikte olduğu kadın ve çocuğuyla ilişkisi başlarda düzgün gibi görünüyordu. Ancak onlara ilgisi giderek marazi bir hal aldı. Dozu giderek artan bir kıskançlığa kapılmıştı, bu da ussal sınırlamaları zorluyor, onu yeni bir zihinsel sürece sokuyordu: tutkulu bir saplantı. Çocuğu ve kadını yitirme duygusu ona cehennem azabı yaşatıyordu. Onlar, Soysal’ın yaşama nedeni, yaşama tutunduğu tek daldı. Onlarsız bir yaşam ne anlamlı ne gerekliydi. Onları yeniden kazanmak için yapamayacağı yoktu. Çantasında
bıçak taşıyor, kadını tehdit ediyor, birlikte olmak için hiçbir şeyden kaçın-mayacağını söylüyordu (Kadın’ın anlatımı). İşte biz bunları gözden kaçırdık!
Kadın bir gün beni aradı, Soysal Haydarpaşa Numune Hastanesi’nde yatıyordu. Kadın’ın, biraz da ondan kaçmak için gittiği bir arkadaşının evinin kapısında (ki zaten Soysal Kadın’ı bu kişiden kıskanıyor) kendini bıçaklamış. Israrla kapıyı açmalarını, yoksa kendini öldüreceğini söylemiş; bunun blöf olduğunu düşünen evdekiler kapıyı açmamış. O da kapının arkasında, bir süredir çantasında taşıdığı bıçağı karnına saplamış. İleri derecede şaşkınlık yaşıyordum. Aklımın ucundan bile geçirmediğim bir
gelişmeydi bu. Doğrusu işin bu kerteye geldiğini hiç mi hiç bilmiyordum. Demek ki bir süredir görüşmüyormuşuz. Ben sonraları niyetinden hiçbir kuşku duymadım; uygun yere rast getirememiş olmalı diye düşündüm. (Ancak, Kadın’ın duygularını devindirmek istemiş de olabilir. Bunu ona asla sormadım.) Önce Kadın’la hastane bahçesinde uzun uzun konuştuk. Kadın, Soysal’a üzülmekten çok (kafasında Soysal’ı çoktan bitirdiği belliydi.) korkuyu yaşıyordu. Büyük bir olasılıkla Soysal’ın kendini öldürme
niyetinin gerçekliği konusunda kuşkular taşıyordu. Hastane bahçesinde Soysal’ın gepegenç kardeşiyle de konuştum. Soysal’la hastane odasında görüşme olanağı elde ettim. Soysal, pek de korkmuş gibi, durumdan etkilenmiş gibi görünmüyordu. Ama kadın korkuyordu, hem de çok. 
Soysal’ı, sanırım birilerinin aracılığıyla Cerrahpaşa’ya yatırdık; psikolojik tedavi görsün diye. (O artık psikolojik sorunları olan bir hastaydı.) Bir süre sonra bunun bir işe yaramadığını anladık. Kendi anlatımına göre bayan doktorun Soysal’da bir gedik açması olası olmamış; tersine, Soysal doktoru
yaşamın gereksizliği, intiharın gerekliliğine inandırmaya çalışıyormuş. Henüz yarası da iyileşmemişti. Bizim eve getirdim. Bir süre hastaneye gidip geldiyse de bir yarar ummadığı, dahası bunu gerekli de görmediği için, bıraktı. İki üç ay kadar bizimle yaşadı. Bu benim için yaşamımın en değişik, en acılı, en
umarsız, en korkulu, en duygusal vb. süreçlerinden biri oldu.
Bu birkaç ay içinde Soysal Amca’yla sabahlara kadar yaşamın anlamı üstünde tartıştık. Zaman zaman
aramıza başkaları da katıldı. Soysal, bir çelik kadar, bir gökkaya kadar sert ve ulaşılmazdı. Kadın ve
ço-cukla birlikte olmak, onlarla birlikte yaşamak dışında hiçbir çözüme yanaşmıyordu. Bunun dışındaki
tek çözümün, ya Kadın’ın ya da kendinin bu dünyadan gitmesi olduğunu düşünüyordu. Oysa Kadın,
artık bu tür marazi, kaotik bir ilişki istemiyordu ve kararlıydı. Açıkçası, o koşullarda oldukça duygusal
ve yanlıy-dım. “Kadın” türüyle ilgili önyargılarım da vardı (çoğunu, daha bilinçli bir biçimde koruyorum).
Buna karşın, Kadın’ı ona asla kötülemedim; durumu kabullenmesini sağlamaya uğraştım. Yaşamın
indirgene-meyeceğini, türlü olanaklar ve zenginlikler sunduğunu vb. söylemeye çalıştım. Yaşamın
anlamı konusun-da (kendimizce) derin felsefi tartışmalarımız da oldu. Ancak o, Nuh diyor peygamber
demiyor, durumu somutluyor, sözü Kadın’a ve çocuğa getiriyordu. 
Umarsızdım. Nasıl, hangi arada durum bu kadar çözümsüz, geri dönülmez bir yola girmişti, doğrusu
bilmiyordum. Umarsızlık içinde anlamsız bir girişimde bulundum: Soysal’a yakın başka bir kadın daha
vardı (eşinden ayrılmış) mimar bir kadın. Kadın, ona dosttu; Soysal’ın “Bir kadın neden benimle birlikte
olsun ki!?” çığlığını sezdikten sonra, Soysal’a onunla birlikte olabileceği sinyalini verdim. Soysal,
bunun olabileceğine inanmıyordu; ama olma olasılığı hoşuna gidiyordu. Bu kadın da gelişmelerin
çoğunu bili-yordu. Ona bir süre için Soysal’la birlikte olmasını, bunun Soysal’ı yaşama döndürmek için
bir umut ol-duğunu anlattım. Ne pahasına olursa olsun (Soysal’ın ölümü pahasına… Bu, açık açık
konuşuldu.) salt bu gerekçeyle biriyle birlikte olamayacağını söyleyerek kesin bir dille reddetti. Bence
bu, son darbeydi. 
(Bu günlerin sonunda bir telefon geldi. Küçük kardeşi (benim hastane bahçesinde görüştüğüm
gepegenç kardeşi) bir trafik kazasına kurban gitmişti. Böyle bir haber karşısındaki soğukkanlılığı (açık
söylüyorum) benim kanımı dondurmuştu. Atladık arabaya Fatih’ten (o zamanlar Fatih’te oturuyorduk)

düzüldük yola. E5’te, durumun vahametiyle biraz hızlı kullanıyorum arabayı; o beni uyarıyor yavaş
gidelim diye!) 
O, geçimini sahip olduğu tek varlığı makintosh’la (bir süredir değil) sağlıyordu. Benim bilgisayarla en
küçük bir bağım, ilişkim yoktu. O, bir bilgisayar kullanma uzmanıydı. Bilgisayarı da bizim evdeydi ve
doğallıkla bilgisayarı merak ediyordum. Öğretmesini istedim. Ben öğretmenim ve sert bir öğretmen
olarak bilinirim. Soysal, benden çok daha sert ve bağışlamasız bir öğretmendi. Makintosh’u
taşınmadan önce bana bıraktı. Ne karşılığı olduğunu hiç anımsamıyorum. (Sonra, istediler,
kardeşlerine bilgisayarı teslim ettim. Satıp parasıyla mezarını yapacaklarını söylediklerini
anımsıyorum.)
Artık anlamıştık, başaramıyorduk ve dönüşü yoktu; bu özkıyım gerçekleşecekti. Belki bize de eşiği
atlatmıştı ve eşim de ben de umudumuzu kesmiştik. Eşim korkuyordu onun bu eylemi bizim evde ger-
çekleştireceğinden. Ben öyle olmayacağına inanıyordum. Soysal, taşınmak istiyor ve ev arıyordu. Baş-
larda taşınmasına karşıydım. Sonunda, başka bir yol göremedim; umudum sıfıra yakındı. Taşındı.
Beyoğ-lu’nun arka sokaklarında Cihangir’e yakın; yakın arkadaşları Hüseyin Şimşek ve Mecit Ünal’ın
oturduğu apartmanın bodrum katına. Bu arada, Kadın’ı birkaç kez aradığını, birlikte olmazlarsa ya onu
ya kendini yok edeceğini kesin bir dille belirttiğini öğrendim. Biliyordum, yapabileceğim bir şey yoktu.
Bu süreci, benim kadar yoğun başka biriyle yaşadı mı, bilmiyorum.
Bir akşam ya Hüseyin ya Mecit aradı; durumun parlak olmadığını, gelmem gerektiğini söyledi. Çok
yakın bir arkadaşım ve eşi bizdeydi. Dördümüz geç vakit yaşadığı yere gittik. Taşınalı bir hafta ya da
on gün olmuştu. Manzara trajikti. Yaşadığı yere “ev” denemezdi, berbat bir bodrum katıydı (böyle
yerlerde, daha da kötülerinde ben de yaşadım). Soysal yatakta yatıyordu, başucunda bir yetmişlik rakı
şişesi vardı ve şişe yarılanmıştı. Ne su ne herhangi bir şey. İçeri girdiğimizi görmesine karşın yerinden
kımıldamadı bile. Uyuşturulmuş gibiydi. İnsanın içini acıtan bir durumdaydı. Başucuna oturduk.
Espriler, şaklabanlık-lar yapmaya, “ev”deki o yoğun, karanlık, hüzünlü ortamı dağıtmaya çalıştık.
Boşuna. Yine, aylardır yinelediği argümanlar… Sonra ikimiz, karşılıklı doya doya ağladık. O gece
düzgün bir elyazısıyla yazılmış bir şiirini okuttu. Bu şiir (ki ben onun yazım aşamasında kimi şiirlerine
tanıklık etmişimdir), onun en “iyi şiir”iydi (Bu şiiri, bir daha hiçbir yerde görmedim.). O gece oradan ne
zaman, nasıl ayrıldığımızı anımsamıyorum. Anımsadığım, duyguyoğun bir gece olduğu. Bunun son
görüşmemiz olduğunu da çok güçlü biçimde duyumsuyordum.
Aslında artık bekliyorduk. Bizi bu kadar inandırmış olması tuhaf değil mi? Sonraları hakkında epeyce
hamasi yazı vb. okudum. Çoğu, hem de çoğu gülünç geldi bana. Sanırım kimse bilmiyordu açmazın
derinliğini. Ya da kimseye açılmamıştı gerçek anlamda. Çok yakın arkadaşlarının söylemlerinde bile
bir düşkırıklığı seziliyor. Bu da onların gerçeği pek bilmediklerini, kafalarındaki prototiple yaşadıklarını
gösteriyor. 
Aslında artık bekliyorduk. Birkaç gün sonra Mecit Ünal aradı; daha Mecit’in sesini duyarmaz duymaz,
“Yaptı değil mi?!” dedim. “Evet!” dedi. Mecit’le aramızda başka bir konuşma geçmedi. Yine aynı dörtlü
oraya vardık. Polisler, komşular vb. Ben onu öyle görmeye (hiçbir ölüyü görmeye) asla dayanamazdım
(dayanamam). Arkadaşım gitti görmeye. Ulaşmak zor olmuş. Gördüğü manzara şuymuş: Soysal
yüzünü bir bezle kapatmış; Tavana yakın bir boruya kendini asmış, ayakları yere değiyormuş!
Ayaklarını kaldırarak ölümünü izlemiş. Ben bıraktığı yazıyı, sanırım, Beyoğlu Karakolu’nda gördüm.
Yine aynı düzgün el yazısıyla yazılmıştı ve kalanlardan bağış diliyordu.
Soysal’ın geçmiş yaşamıyla ilgili bilgilerim sınırlı. Üniversite yaşamının yarım kaldığını (İÜ, Eğitim
Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü ikinci sınıftan sonra okuyamadığını) biliyorum. Bu ayrın-
tıyla ilgili sağda solda gördüğüm “mezun oldu” bilgisi doğru değil. Birkaç kez içeri girdiğini, sonuncu-
sunda altı yıl kadar içerde kaldığını biliyorum. Bundan sonraki yaşamını esas olarak bu sürecin belirle-
diğini de biliyorum. İntiharının kompleks bir süreç sonunda gerçekleştiğini, buna yol açan birçok neden
olduğunu, ancak “taşıran damla”nın “kadın sorunsalı” olduğunu da biliyorum. 
Güvenle söylüyorum: Soysal’ın intiharı; onurlu bir “kalma” çabasıdır. Bir yenilginin, dikduruşla
taçlandırılması da diyebilirim. Soysal, intihar ederek “parlak bir gelecek”i yitirmedi; sürekli yaşayacağı
(çoğumuzun türlü biçimlerde yaşadığı) acılara çalım attı. Birçoğumuz, yaşama, onurumuzu pek de
hesa-ba katmadan sülük gibi yapıştık. Soysal göremedi, ama ben gördüm: Bu cangılda var olmak için,

ya oluş-mamış bir kişilik ya da kişiliği paçavra gibi ayaklar altına sermek gerekiyor. Elbette intihar
bireysel bir karardır; ama bu karar toplumdan, çevreden, öbür insanlardan bağımsız değildir.
Dolayısıyla, intihar bir cinayetse, suç ortakları tertemiz ellerle ortalıkta özgürce dolaşıyor demektir.
Ben, bir intiharda suçlu olduğu için hakkında dava açılmış herhangi bir kurum veya kişi bilmiyorum!

Muammer Karadaş
VARLIK, İNTİHAR EDEN ŞAİRLER ÖZEL SAYISI

MEZARIMDAN NOTLAR 1


Çok yakında kırkıncı yaşıma gireceğim, dünya yılıyla. Ama, en uç dallara tırmanmaya çalışan bir
sincap gibiyim hâlâ. İki köhne liman arasında (Acaba hangisinden hangisine?) yol almakta olan
demode bir yelkenlideyim sanki; iki limana da yabancı, iki limana da konuk. Veya ne birinde asla
olmuş, ne öbüründe asla olacak. Yani kırkıncı yaşımda kırk kapıdan geçtim, kırkların ömrünü sürdüm;
ya da bir varsayımdı bütün bunlar, ben hiç olmadım.
Varsayalım bir sabah uyandım bütün gerçek insanlar gibi; ama gözkapaklarımdan kırk ceset damlıyor
ve billur bir kafeste buluyorum kendimi, çevremde yoğun bir buğu ve tanrının bana yolladığı imeyilden
bihaberim hâlâ. Dışarıdan şakır şukur sesler geliyor ve ben yalnızca bu sesleri adlandırmaya
çalışmakla meşgûlüm, umarsız; hiçbir penceremden hiçbir zavallı ışık sızmıyor. Elimdeki balyozu var
gücümle ve bilcümle öfkemle indirdiğimde, balyoz bir çocuk başına rastlıyor ve ben birden ne kadar
sıradan olduğumu ayrımsıyorum dank diye, tanrım ne kadar sıradan!
Sükût ediyorum. Paganist bir törenle gerçekleştiriyorum bunu. Gözlüklerimi ayağımın altında çatır
çutur eziyor, peruğumu ve bütün giysilerimi çevresinde dans ettiğim ateşe atıyorum. Yetmiyor, hâlâ
çok kalabalık, çok ağır geliyorum kendime. Ayrıca yanımda yöremde biriken cesetlerin beni ne kadar
düş kırıklığına uğrattığım anlatamam. Ama bakın, şu da var: Söz, tanrının ulaklarıdır ve benim tek
sığınağımdır. işte ol yıldır beni en dibe iten ve sizin de bir türlü çözemediğiniz sorun bu; Ben varlığımı
bir kuşa, bir çiçeğe, dahası belki bir insana değil ‘bir söz’e dayamışım. Bir söz! Yani, söz tanrının
düğün evidir; ben orada olmazsam olmaz. Cesedimi dünya yüzünde gezdirişimin tek nedeni bu,
Kamber misali. Kısaca, ben bir cehennemliğim, aslında çok konuşarak hiçbir şey söylüyorum. Çünkü
kimi kez bu dili ben bile çözemiyorum. Bu nedenle de olsa sizi bağışlıyor ve kargışlıyorum ey dilimden
anlamayan-
lar, yol kaçkınları.
Cehennemlik, sözü sürdürerek dedi ki: Ben hiçbir sorunu çözmeye aday değilim. Bir zamanlar, henüz
mezarıma inmeden, düş kurabildiğim dönemlerde, belki… Artık derin boşluklara taş atmayı seviyorum,
zamanın karanlık boşluklarına, hiçbir yankı ummadan. Çünkü işte hiçbir yere gitmiyorum, hiçbir yerden
gelmedim ki… Sizin duyarlıklarınız bana yabancı, sizin duyargalarınızla algılamıyorum da ondan, ben
de size tanıdık gelmek istemiyorum asla. Hem, donup kalmış birçok an’dan başka neyim ki ben, akıp
gidiyormuş gibi görünen bu sanal cangılda ne yerim olabilir ki? Olsa olsa tekdüzeliğin bestelenmemiş
senfonisiyim. Biliyorsunuz, kırk yılda kırk kez infilak ettim, kırkında da yok olan bendim. Sonuç olarak
hep çam sakızı damladım kentin göbeğine, hiçbir öyküsü olmayan, sıradan bir çam sakızı. Benim tek
ilginçliğim, hiç ilginç olmamaklığımdır. Neler ummuştum oysa yadsıyor muyum: Yığın yığın duyarlıklar
istiflemiştim rengârenk, pırıl pırıl, yalvaçça; gani gani sebeplenesiniz diye. Sonra gördüm, vitrinlerde
kendi gölgesini arıyor herkes, her türden titreşime kapatmış antenlerini; kimse kimsenin duyarlığına
Türk parasıyla on para vermiyor. Ben de ne yaptım dersiniz, sizin için kurduğum onca düşü kurda
kuşa, börtü böceğe sebil ettim ve türkümü (vardı ise) yerin kırk kat altına gömdüm, acı kireçlerle
dezenfekte edip.
(Yeryüzünden anılar: Mutsuz muhaliflerin bir bebek kadar mutlu iktidarlara dönüştüğünü gördüm; dar
zaviyelerinde yenleri geniş vur patlasın çal oynasın çengi. Ne var çalan da oynayan da kendi. Dan dini
dan dini dastana! İşte, önce gelen, yani Ulu Manitu yer açıyor koltuklaya koltuklaya. Velakin
etiketlemeyi ihmal etmiyor: “Sen, odun yarıcının ‘hıh’ deyicisi; sen, zurnanın ‘zırt’ dediği delik; sen,
böyle başa böyle tarak; sen, tokmağı vurabilirsin ama unutma, davul benim boynumda; sen, zincirli
prens, sen, sidikli kontes, sakın ben def-i hayat etmeden yerime göz koyma, gönül de…”
Şu eblehçe soruyu sormadan ödemiyor cehennemlik: Marjinaller, “Marjinal Erki”ni kurdu; şimdi
n’olacak? Hülasa-i kelam, marjinaller hâlâ marjinal midir? Emekli Subaylar Derneği STK değil mi
yani?! Cehennemliğin gördüğü şu: Bizim gibi toplumlar iktidar odakçıklarından oluşur ve onların her
biri ayrı bir muhalefet cephesidir, birbirlerine karşı bile. Onlar muhalifliği asla bir yaşam biçimi, bir
varoluş gerekçesi olarak göremez; çünkü onlara göre onlar, iktidara yazgılı ve en layık olandır. Vak’a,
iktidardakiler embesil, yeteneksiz, ebleh veya cahildir; kendileri ise kaderin bir cilvesi olarak şimdilik o
orundan mahrum bırakılmışlardır ve er geç hak yerini bulacaktır. Ve nitekim öyle de olmuştur:
Liberalizmin Mübarek Şef’inin sihirli değneği ve evrensel geri dönüşün saye ve himmetiyle hak ettikleri
mevki-i şahaneye kostaklanarak oturmuşlardır. Oysa bilinir, erk oldum olası turnusol işlevi görür ve
kralı çırılçıplak göstermek gibi şirin bir acımasızlığı vardır. Erki elinde tutanlar bu nedenle ortalığı kuru
gürültüyle velveleye vermeye eğilimlidir. Davulun sesi niçin çok çıkar bilir misiniz? Bilirsiniz, bilirsiniz…)
Evet, bu dili ben bile anlamıyorum. Sizin beni anlamanız ise mezarımda ters döndürür beni, kemik-

lerimi sızlatır. Elbet, kişi yeğlemeleriyle vardır: yani varsayın ki ben, ilkyazın kavaklardan dökülen
pamukçuklarım ve salt asabınıza kast ediyorum. Yani işlevsiz ve moralsizim; hep böyleydim ve hep
böyle kalacağım. Kaşlarım asla acımadı gözlerime ve ben bundan asla yakınmadım. Kötüyüm ve kötü
olduğumu biliyorum evet; ama neden kötü olduğumu bilmiyorum. Herkes kötü olduğumu söylüyor
vahey, ama kimse neden kötü olduğumu söylemiyor. Anlıyor musunuz, bunca yıl beni kendime, yani
mezarıma bir sığıntı yaptınız. Ben de ne gördüm biliyor musunuz, kendimden aşağı her şöyle bir
baktığımda: tırtıllar, kırkayaklar, bokböcekleri, gübreler, tarihin moloz taşları, sivrisinekler,
karafatmalar, keçiboynuzları, bir sıkımlık canlar, yani bir yığın sünepe. Ama bakın, işte ben de sıradan
insanlar gibi uslamlamalar yapabiliyor ve kestirebiliyorum: Anadan üryanım, doğduğum gibiyim,
doğrudanım ve provokatörüm. Doğalım ve bu nedenle toplumdışıyım: yani cehennemlik. Şu karışıma
bakar mısınız sapsayın okuyucular: Biraz varoluşçuyum, biraz nihilist, az çok köpeksilerdenim, çokça
gerçeküstücüyüm. daha çok da marxoanarşizan; bu arada kendimi ne çağcıl, ne çağardılcı (modern,
post modern) duyumsuyorum; sapına kadar doğa dinine inanıyorum, inadına. Kimin?
Ve dahası bir düşçünün (romantiğin) dik alasıyım!
YARASA DEĞİLİM. KARANLIĞI SEVMEM!
Kendimi bileli (Sahi benim hiç kendimi bildiğim oldu mu? Sanırım benim şimdiye kadar sorduğum en
kayda değer soru buydu: Ben kimim?) eklemlenmedim ve hep düşülkeler ardında koştum, yoksa
kurguladım. Ama işte itiraf ediyorum bunların hepsi sezgi düzeyinde kaldı, yani şiirsel; hep
formülasyon sıkıntısı çektim bir. Bir dizge kuramadım soluk alıp verdiğim dünyada. Ne var, ad
koymayı, etiketi hiç sevmedim; onun (o düşülkenin) adı ‘bok’ da olsaydı ardından koşardım, koşarım,
koşuyorum, koşacağım. En ucunun, öncü (marjinal, avangarde) geçinenin bile küçücük, sıcacık bir
liman bulduğunda demir attığı böyle bir toplumda, ilişkiler dizgesinde ben elbette bir yabancıyım,
kötüyüm, kötücülüm. Düşe değer veren bir ilişkiler dizgesinde değiliz ki, henüz kodlanmamış değiliz ki,
DNA’mız çözülmemiş değil ki, atomize, plastike edilmemiş değiliz ki, buzul çağına geri dönmüyor
değiliz ki, salt yaşamak için öldürüyor değiliz ki, hâlâ âşık olabiliyor, şiir yazabiliyor değiliz ki mutlu
olayım. Kimliksiz bir toplumda, bir dünyada bir kimlik edinebilmek ne kadar zor ve zahmetli tasavvur
edebiliyor musunuz? Özün, içeriğin (yani ‘insan’ın) hiçbir şey, yaldızın, afinin, tecimin her şey olduğu…
HEY SIKILANLAR, ÇIRILÇIPLAKLAR! BU YANA GELİN.
Ölüm dilledir ve dilde, varoluş da. Ütopyanızı (hâlâ varsa) sıkı sıkı basın bağrınıza; diyor cehennemlik.
Göçebeliğinizi, sığıntılığınızı, yabancılığınızı kutsayın. ‘İnsan’ ancak dilde gerçekleşir ve gerçeklenir,
mağazalarda değil. Tırsmayın ulan, olursa olsun pahasına ne. Var ya tarihin şaşı kamerası asla
molozları, dolgu taşlarını kaydetmez, onun işi duvarlarladır. Her cehennemlik şunu savlamıştır
(kendileri pek inanmasa da): Şiir yaşamak, şiir yazmaktan mühimdir, bunu iyi düşünün.
Dizge, yani var olan, bu çıtkırıldım yaşam yolunu ‘iktidar’ taşlarıyla, yani albeni albeni tuzaklarla
döşemiştir ve o mutlak kirliliktir; yani salt reklamdır, reklamın iyisi, doğrusu, insancası ise olmaz
(Dolayısıyla ve doğası gereği şairin de reklam yazanı olmaz, reklam yazandan da şair!). Var ya, ün /
şan / para sizi, yani beninizi bok çukuruna itecektir. Diyelim ki kararlısınız, illa şiir yazacaksınız,
öyleyse kötülüğü ilke edinin kendinize, KARAyı; asla betimleyici olmayın salt. Betimlemek olsa olsa en
iyisinden realist kılar sizi, başka hiç. Realizm (postmodernizm) var olanın altına imza atmaktan başka
nedir ki?!
İşte bu; körebe bir toplumda yaşıyorsunuz ve varoluş dayanaklarınızı çelmeye hazır bin bir tuzak sizi
bekliyor, kesinlikle unutmayın. En küçük bir temayülünüz, tenezzülünüz kişiliğinize, umarınıza,
varlığınıza, gerekçelerinize kastedecek ve bedel olacaktır. Buna karşın, bir cehennemliği dinleyecek
olursanız (Niçin dinleyesiniz ki!) kendinizi her türlü abur cuburla donatın; ama asla kolay kanmayın. Bir
düşduruş noktanız olsun; ama o nokta asla mutlak olmasın. Verili olanın kötü dediği kesinlikle kötü
değildir; kaldı ki o (yani verili dizge) işte tam da ‘kötü’ dediği o uzamda nefes alıp verebiliyordur.
Önceden ileri sürdüğümüz kötüyü böyle algılamayın. Gerçek kötülük, gerçek iyiyi içerir: O henüz ve
belki ilelebet salt bir kurgudur; ben oluş, insan oluştur, yabancılıktır; düşyaşam, düşülke, düşinsandır;
ne pahasına olursa olsun bir karşı çıkıştır; tanımı yapılmamış, sınırları çizilmemiştir; sözlükteki bütün
karanlık sözcüklerdir; her türden kısaltmaya karşı çıkıştır.
Bir şiirin iktidar olduğunu, iktidar adayı olduğunu veya iktidar düşü kurduğunu varsayabilir misiniz?
ŞİİR SALT MUHALEFETTİR!

Hey umutsuzlar, mutsuzlar! Bu yana gelin. Veya…
GEBERİN!
MECAZ, SAYI 1, ŞUBAT 2000 MUAMMER KARADAŞ

MEZARIMDAN NOTLAR 2


Bana ne sizin gündeminizden, kırmızıyı her gördüğünde saldıran boğa değilim ki! Gözlüğümün
camlarının kalınlığını görseniz, aklınız karışır; bir miyobum ben. Şu da var: Bozuk bir saat bile günde
iki kez doğru zamanı gösterir, bu benim elimde değil. Hadi içelim! Sıcak saatlerde yaşıyorsunuz:
Kendinizi bir elma kurdu gibi düşlemeniz sizi kurtarmaz. Bu tatlı, ama soğuk sessizliğiniz utandırıyor,
doğrusu çok utandırıyor beni. İyisiniz, hoşsunuz; ama kimsiniz? Bir Doğulu! Doğulu bir şair, birçok
karşıtlığı bir arada yaşama cesareti göstermeli. Bir yandan hiçbir alınganlık göstermeden, övünmeden
ya da yerinmeden Doğululuğu iliklerinizde duyumsamalı, bir yandan da Batının sizi sık sık kontrpiyede
bırakan, ince ince ördüğü Doğu imgesi dayatmasını saha dışına itmelisiniz. Durulan nokta çok önemli:
Onlar, orda duruyor ve sizi öyle görüyor. Sizin de kendinizi onlar gibi gömeniz, en azından bir algı
bozukluğunuz olduğunu imler. Siz garip yaratıklarsınız; hem kendinizi, hem onları onların gözünden
görüyorsunuz. Hiç değilse, sizin de onlara ilişkin bir duruş noktanız ve bakışınız olsun. Bu kadar mı
sanal yaşıyorsunuz? Sen seni bil sen seni, …
Her yaratığın bir ben’i vardır. Öyleyse, siz de sizsiniz. Bu önemli bir duruş noktası. Yani öteki, yani
KARA! Herkes bir öbürüne göre öyle değil midir? (Ben manyak mıyım, neyim; bu karşılıklı bağımlılık,
bu entegrasyon, bu bu bu —neydi?- globalleşme çağında, bu post—buzul çağda —Amma laf buldum
ha!- neler söylüyorum?!) Hayır hayır, öteki olmak, KARA olmak sizin başat göreviniz; bunu, pahasına
olursa olsun ne, içselleştirmek zorundasınız; hani şu mozaik meselesi. Bunlar sizin salt içeriğiniz değil
yani, hakkınız ve yükümlülüğünüz de. Neden o olmak istiyorsunuz ki! Yoksa siz, size sandırılan siz
misiniz? Bu, bir çekin ciro edilmiş halidir. Hadi içelim! “Bu, kulübesinden havlayıp duran da kim?”
demekte haklısınız. Benim üstüme ne vazife? Laf ola beri gele, insan mezarında da olsa hasbihal
istiyor bazen, kahve bahane. Diyorum ki, var olanı salt betimlemeye yarayan; olan’ın ardından gitmeyi
ve onu alkışlamayı; yaratıcılığın, kimliğin, ben’in önünü kesmeyi amaçlayan çağımız düşünce dizgesi
birçok şeyi olupbittiye getirme peşinde. Buna yalnız ben değil, hiçbir kötü dayanamaz. Evet, belki
olacağın önüne geçilemez; ama var ki ne, rüzgârın önünde kuru yaprak olmak da gerekmiyor. Hadi
içelim!
Sorunu algılayış biçimi kadar, ortaya koyuş biçimi de önemli. Duyular algı oluşturmaya yeterli olmakla
birlikte (Algılamayı engelleyen kusurları görmezden geliyorum elbette.),algıladıklarınızı biçimleyip
ortaya koymakta siz varsınız, siz gizlisiniz. Kuşkusuz algılayışta da birçok nedenle size görelik vardır;
ama, bunların hepsi olanı ortaya koyuş biçimidir sizi asıl ele veren. Buradan bakınca bir Doğulunun
algılayış ve ortaya koyuş biçimi önemli derecede değişiktir bir Batılınınkinden; dikkat, daha kötü, aşağı,
geri vö. değildir, yalnızca değişiktir. Batılının duruş noktası sahiplenme, yadırgama/yadsıma arasında
bir yerdedir. Ona göre, sahiplenmediği, kendisinin veya kendisi saymadığı her şey savaşılacak şeydir –
savaş araçları değişik olsa da-. Savaşılacak şey de, aşağılanmayı, küçümsenmeyi, itilmeyi hak eder. 
Ama Batılı, o savaşılacak şeye ayrıca yoğun bir entelektüel ve duygusal ilgi de duyar: egzotik bir ilgi,
sözde gizeme duyduğu ilgi, türün yok olmasını engelleme ilgisi, boş zamanlarını doldurma ilgisi,
yaşamını anlamlı ve anlaşılır kılma ilgisi, düşmanını daha yakından tanıma ilgisi, kendisinin ayrı,
başka, üstün olduğuna kanıtlama, üstün olduğuna inanma veya bu inancı pekiştirme ilgisi vö.; bir
barbara, bir yaban hayvanına, kasırga ya da depreme, mitolojik/masalsı geçmişe, yeni bir tür bir
virüse, yağmur ormanlarına, yeni bulunmuş bir kabileye duyduğu ilgiyi.
Bir Doğulunun kendini Batılı sayması, kendini onların bir parçası görmesi komiktir; bunu bir Doğulunun
yerine geçip düşününce trajikomik. Bir şempanzenin insana özenmesini, bunun için yoğun bir çaba
harcamasını düşünün. Bir Batılıya göre (yazık ki dışardakilere göre de) dünya, Avrupa düşüncesi
çevresinde döner. Bu çarpıklığı eleştiri tezgâhına yatıran Batılı ve Doğulu aydınlar ve düşünürler, satır
aralarında umursamazlıklarını fısıldarlar.
Zira yüzyıllardır Avrupa merkezli düşünceye seçenek oluşturabilecek bir Doğu düşüncesi yoktur,
gelişememiştir. Bugün Avrupa düşüncesini besleyen birçok Doğulu aydın ve düşünür (Buna ‘tarih bitti’
aforizmasını yumurtlayanı da katıyorum.) de o merkezden beslenerek ve ilginci o merkezde at
koşturuyorlar. Hadi şimdi o Avrupa düşüncesine, çın çın!

Bağışlayın baylar bayanlar, mezarımdan pek de seçikleştiremiyorum birçok şeyi. Buradan her şey
puslu, yakıcı ve acılı görünüyor. Yine de şempanze örneğinde bir sınırın aşılamazlığını görebiliyorum.
Onların en ünlü, en büyük, en ulu düşünürlerinin kafasında bile (bunu açıkça söylemeseler de) bu
aşılmaz sınır vardır, gizlidir. Haydi siz Asya steplerine! Oysa Doğulu, hep umutvardır; o da içten içe
bunun olanaksız-lığını bilse bile. Çünkü, bir Doğulu ne yaparsa yapsın, isterse kırk dereden su
getirsin, kuş tutsun isterse ağzıyla bir Doğuludur Batılıya göre. Ona, sözgelimi, hayranlık duygularını
açıklarken bile, “Gördünüz mü şempanze yediye kadar saydı, papağan “Ali” dedi, şaşkınlığı içindedir.
Benim şaştığım, bir Doğuluya göre de böyledir bu: istersem tek yanlı gümrükleri sıfırlayabilirim,
istersem sınır jandarmanız olurum, isterseniz ben neler yapabilirim neler, kendi mahkemelerimi
tanımam sizin sıradan profesörlerinize on binlerce dolar ödeyerek bütün ticari yazgımı teslim ederim;
üçüncü sınıf yazarlarınızı baş tacı eder, köksüz şiirinizden bile otlanabilirim; üstelik sizin gücünüzü
korumak için uydurduğunuz cılkı çoktan çıkmış palavralarınız, söylemesi ayıp, benim yol gösterici
ilkelerimdir; siz yeter ki biraz borç verin bana. Bir Doğulu bir Batılıya göre, hele bu baş belası Türkler
mi, asla geçişemez. Ama var ki ne, bir uygarlık idesi varsayıp bunun da göklerde değil de Batıda
olduğunu sanmak sizin açmazınız. Keşke mağara devrinde yaşamış olsaydım. Teknolojiden, en
azından onun kullanılış biçiminden iğreniyorum. Bu dizgeden çöplenenlere ise hiçbir sözüm yok. Allah
yollarını açık etsin.
Ah zavallı aydın maydın geçinenler (Valla politikacılara hiçbir sözüm yok, n’olur n’olmaz!), nasıl da
göbek atıyorsunuz onların bir parçası oluyoruz diye. Sizi aralarına, içlerine alıp kendilerinden
sayacaklarını sanıyorsunuz. Doğrusu size kızamıyor, kıyamıyorum. Yeterince feministiniz, eşcinseliniz,
sivil toplumcu-nuz, modacınız, mankeniniz, borsanız, STÖ’nüz vö. var. (Aydınınız, felsefeciniz,
yazarınız, şairiniz, düşünürünüz, politikacınız vö. yokmuş ne gam, o kadarcık kusur kadı kızında da
bulunur.).
Niye kızayım ki, bu sizin bin bir yenilgiden sonra en yakın düşülkeniz; kansız, barutsuz. Canlarım
benim, velinimetlerim aldanmaya ne kadar yatkınsınız. Bir cüceyken bir tansığın sizi birden bire bir dev
yapacağını sanıyorsunuz; şempanzelikten insana evrileceğinizi düşlüyorsunuz. Var mı öyle üç kurusa
beş köfte? Ders alınsaydı hiç tekerrür eder miydi tarih? Ne demişler, gelecek geçmişin kopyasıdır;
bütün o postmodern şapşallıklara, patavatsızlıklara, alınganlıklara karşın. Hiçbir akıllı Amerikalı Wilson
İlkeleri’nden, hiçbir ‘dost’ Avrupalı Voltaire’in vö. sizin hakkınızda düşündüklerinden size daha yakın
değil. Haklı olup olmadıkları ise insafınıza kalmış.
Ben olsam, var ya, önce bir düşduruş noktası yaratırdım kendime. Şöyle sağlam, seksiz şüphesiz,
egzoz dumanlarından, sanal cangıldan, kör hayranlıklardan uzakta. Biliyorum, düş kurmakta üstünüze
yok, özellikle sözüm ona iletiştiğiniz o pırıl pırıl, renkli aptallık arenasında. Biliyor musunuz ki gelir
dağılımınız en az yüz dolarla (Çok mu iyimser oldu acaba?) en çok yüz bin dolar arasında bir skalaya
takılmış. Durup sakallarınızdaki bitleri temizlemek yerine uluorta onlara ve kendinize hayranlık şarkıları
besteliyor, yüce cennet katına kabulünüzü umuyorsunuz. Biliyor musunuz ki onların (ders
kitaplarınızda aşağılayıp durduğunuz) Ortaçağda uyguladıkları işkenceleri daha yeni yeni
uyguluyorsunuz siz. Örgün eğitimde geçirdiğiniz yıl ortalaması üç civarında efendiler! Gelin tükürün
mezarıma, kabulümdür; ama, önce bir düşduruş noktası yaratın kendinize, sonra sızlanın, “Ulan, en
baba şiir kitabı 500-1000 satıyor.” diye!
Bir bakın aynada yüzünüze, hepsi ithal: bakışınız, duruşunuz, öfkelenmeniz, susuşunuz, sevişmeniz,
surat asmanız, şiiriniz, romanınız, resminiz… Size ait olan ne var Allah aşkına, ne var?! Önce kendiniz
olmanız gerekiyor, dostlarım, kendiniz! Hey çok kolay iletiştiğini sanan magandalar, afra tafrayla
dolaşan zontalar, ateşi alıp külü savurmakta üstünüze yok; haydi bir ateş de siz yakın dediler mi,
hepiniz kıl, tüy; bin bir kanaldan bin bir mazeret. Kolay elbette Abdülhak Hamit gibi, adamların üçüncü
sınıf düşünce-lerinden aparıp bu zavallı topluma renkli yumurtlamak. Nasıl olsa yer bu zavallı fareler;
çünkü onlar, ben sana hayran, sen cama tırman. Aaa! Hiç içmiyorsunuz ama, hadi şerefe!
Çizmeli kedi işini biliyor, bir parmak balın düşünü kurdurup yutturuyor size allayıp pulluyor miadı
dolmuş, tarihin çöp sepetinden devşirilmiş düşünceleri, tahkimi, çağdışı kalmış nükleer santrallerini;
hem demode teknolojisini kakalayacak, hem yok edecek o canım cicim yeryüzü cennetlerini. Yok
edecek ki… Bir taşla kaç kuş, vay anam vay! Ah zavallı dostlarım, salağın biri “tarih bitti” dedi diye ne

biçim havalara soktu sizi, ne umutlar yarattı sizde. Tarih bittiyse kimse geçmişinizi anımsamayacaktı
sizin ve siz pir ü pak yeniden çıkacaktınız o olağanüstü jeopolitik, jeostratejik konumunuzla sahneye.
Paradoks sizin yazgınız ve kuşkunuz olmasın, kimse alamaz bu kutsal nimeti elinizden. Haydi fondip!
Yo yo, ölüysem de aptal değilim, madalyonun öbür yüzüyle de ilgiliyim elbette. Ben unutmuyorum, siz
de unutmayın, acınası Enver Paşa’dan beri yeryüzüne egemen olma düşünün ardından koşan Hitler
artıkları, Fatihlerin ardılları bugün iktidar ortağı.
Kusura bakmayın arkadaş, valla bu küçük, mercimek tanesi beynime kalırsa tarih bitmedi, belki
yeniden başlıyor. Ama, bakın, kılık değiştirmiş olmasına benim bile itirazım yok. Olağanüstü, görkemli
bir yanılsamanın kurbanıyız kuşkusuz; çünkü, inişsiz yokuş, bir aldatmacadan başka ne olabilir ki!
Yaşadığınızı belirleyen, sizi oradan oraya deliler gibi koşturup duran (en ücra köydeki köylüyü bile),
beyninizde ha babam de babam boza pişiren, sizi öldürüp öldürüp dirilten yazık ki gerçek bir gerçek
değil, salt dil; yani iletişim araçlarınız her türden. Medya mı ne diyorsunuz ya işte o sivil ve sanal
cunta.
Yahu, sizin paxamericanoya bir diyet borcunuz mu var yoksa?! Yoksa siz bir’in mutlaklığına,
kusallığına gerçekten inanıyor musunuz?
Allah müstehakınızı versin e mi?!


MECAZ, SAYI 2, MART 2000 MUAMMER KARADAŞ

ŞİİRE ARMAĞAN/‘ŞİİR’DEN ‘ŞİİR’E 1


              ‘ŞİİR’DEN‘ŞİİR’E


              Bu yazıların büyük savları yoktur. Dahası, öznel bir bakış
açısıyla
yazıldığını bile düşünebilirsiniz. Ama, bilimsellikten, güncelden
bütün bütün kopuk olduğu da düşünülmemelidir. Bu
bağlamda, bu yazılardaki eksiklik ve savruklukları da hoş
karşılayacağınızı ummak istiyorum.
Yepyeni ne söyleyebilirim ki şiir üstüne? Kendisine ilişkin en yeni şeyleri, kendisi söylüyor zaten. Böyle
bir amaç saptamak, kendimi sınırlamak olur hem. Hem de, kendi kendisi için söylediği ‘yeni şeyleri’,
kuram düzeyine çıkaracak yetkinlikte de değilim üstelik. Öyleyse, ne yapmaya çalıştığım sorulabilir.
Sanırım şiir, yalnızca temel oluşturup çerçeve çizecek bu yazılara. İnsan, yeninin çocuğudur çünkü;
yaşamın öbür adıdır devinim. Dilin yaşama göre durağanlığım aşmada, büyük bir olanaktır şiir. Bu
yüzden şiir, yaşama en yakın koşan attır. Kolay kolay evcilleştirilemeyen türünden. İşte onun için
binemiyor ona her önüne gelen… Siz, ey usta biniciler!…
Ayrıntıların çelişik birliğidir bir anlamda yaşam. Bu çelişik ayrıntılar, insan ve insanlık bütünü’nün
onlarsız olunamaz parçaları (mütemmim cüz)dır. İnsan bilinci ve duyarlığı da, sözü geçen ayrıntıların
geçişik bir yansıması olsa gerek. Kendini, yaşamsal etkinlikleriyle var kılar insan. Her insanı sonuçta,
etkinlikleri tanımlar olsa olsa. Üretime yönelik olduğu gibi tüketime de yöneliktir bu etkinlikler. Eğer,
doğanın bir misyonuysa insan, onu (doğayı) değiştirip dönüştürmeye, kendine uygun kılmaya da yetili
demektir. Onu, kendi varlığına karşıt gelişmelere sokması, baz olarak alınamaz. Ama, kendine doğru
geliştirirken ortaya çıkan yan etkiler olarak düşünebiliriz, bu ‘kendine karşıt gelişme’yi. (Aslında,
teknolojinin saptırılmış ürünleri değil midir, gelişmiş -bütün- savaş araçları?)(Dolayısıyla) insanın
evrimine koşut bir evrimi yaşadı şiir de. İlk olanın “söz” olmadığı gibi, şiir de değildir ‘ilk’ olan. ‘Şiir’ hep
vardı ama. Dile bağlı değildir bu anlamda ‘şiir’in varlığı. ‘Şiir’ biçimlenmemiş, soyutlanmamış olarak
gerçeklikte vardır zaten. Henüz şiir değildir ama, hammaddesidir şiirin. Benzin, nasıl, çıkarılmamış
ham petrolde vardır… Bir tür ham şiirdir bu. Onun şiir olması dile(söze), insana bağlıdır dolayısıyla.
İnsanın en eski ve köklü etkinliklerinden sayabiliriz şiiri, insanın yaşama uğraşıyla birlikte. İnsan,
yaşama uğraşı içinde elini, dolayısıyla beynini geliştirmiş; bu gelişme, üç aşağı beş yukarı dilsel
gelişimini de yönlendirmiştir. Karmaşık insan yaşamında hemen hiçbir şey, bire bir, tek nedenlere
indirgenemeyeceğinden, çalışma (iş), dilsel evrimin temelinde olmasına karşın, onun gelişimini
sağlayan tek neden değildir. ‘Yaşama uğraşı’ dediğimiz, birçok etkinliği ve dolayımı kapsayan
kavramın içindeki türlü neden de, bu gelişime katkıda bulunmuştur. İnsan ve dili geliştikçe ona
(bakışımlı olarak değil) geçişik olarak şiir de gelişmiş ve yetkinleşmiştir. Sanki (dil, nasıl zorunlu ve
doğal etkinliğiyse insanın, şiir de) en doğal ve zorunlu etkinliklerinden olmuş ve birçok gereksinimine
yanıt vermiştir.
Demektir ki bu, şu ya da bu biçimde, şu ya da bu oranda kendi varlığını yaşama/doğaya dayatmada
bir araç olarak kullanmıştır şiiri insan; kendi çok boyutluluğu, çok katlılığı ve karmaşıklığıyla yoğurarak.
Ki, bu durum değişmez, onu, salt bir boşalma, arınma aracı olarak kullandığında bile. Bıktırıcı bir
tartışmaya da son veriyor böylece şiirin özgül tarihi. İnsanın, en kendine özgü ve en yaşamsal
etkinlerinden olmuştur şiir, üretim ve yeniden üretim (tüketirken üretim) olarak. İnsan, kendi gelişiminin
boyutunu yansıtmış şiire; şiir de özgül bir varlık olarak, insan duyarlığına ve düşünsel gelişimine
katkıda bulunmuş çapı oranında (ki bu çap, küçümsenemez). Yani insanın özgürleşme savaşında
şiirin de tuzu bulunuyor. Dolayısıyla şiir insanın insan olarak yüz akıdır. İnsanı, insan olarak
tanımlamaya yarayan önemli ve özgün bir etkinliktir kısaca.
Gündemden kalkmış gibi görünse de, bir soruyu daha tartışmak gerekir belki, ilk bakışta önemsiz ve
yanıtlanması kolay bir soruyu: Kimi insanda, gizilgüç (potansiyel) olarak mı bulunur şiir? Ya da anlık ve
yüce esinlenmelerin mi bir ürünüdür? Yani, dışardan bir güç mü donatır insanı şiir yazma gücüyle?
Yıllarca bunun avuntusu, övüncü ve belki tedirginliğiyle yaşadı şairler; yani ister istemez bir yalvaçlık

misyonu yükümlendiler. Sözlerindeki tatlılık ve ilk bakışta kendini ele vermezlik ya da bunlara benzer
başka olağanüstülükleri(!), onları dinleyenler ve okuyanlarda da böyle bir yanılsama yarattı düşünsel
gelişimin başında olduklarından. Ve onları bir yalvaç olarak tanıdı kendine insanoğlu, yani bilinmezin
elçisi. Dışarıdaki/üstteki bir güç, şairi sözcü seçmiş kendine, onlarda ete ve kemiğe bürünmüştü. Kimi
rüzgârın/kasırganın elçisiydi onlar; kimi, ateşin/güneşin/yıldızların; kimi, güçlü bir hayvanın vö.
Yalvaçlığın çekiciliği yanında sorumluluğu ve bedeli de büyüklü elbette. Çağdaş dinlerin onları
kargışlamalarını nasıl açıklayacağız yoksa? Çünkü onlar, kitleler üstündeki etkileri, onları büyüleme
güçleriyle arkalarından sürükleyebilme yetileri bakımından çağdaş dinlerin tanrılarına seçenek
oluşturuyorlardı neredeyse. Bu yüzden “müşrik” dediler onlara, aslında kendileri de birer şair olanlar.
Şimdi bir soru daha: Başlarda (şairlerin de onlardan geldiği bilinen) büyücülerin, yaşlılardan,
kadınlardan ve fiziksel bakımdan güçsüzlerden oluşması bir rastlantı mıydı? Bu soruyu olumsuz
yanıtlayıp, görece bir neden-sonuç ilişkisi kurabilirsek, önceki sorumuz da açıklığa kavuşur aşağı
yukarı. Birçok aşamadan sonra anlaşıldı ki, insan beyni, doğuştan dolu, işlenmiş değildir. Locke gibi
dersek, bir tür “tabula rasa”dır. (Burada sorunun doğumla sınırlanmadığı açık. Yalnızca, Platon ve
öbür idealist düşünürlerin “idea”, ve “bilgi”nin insan öncesi var olduğu kuramlarına karşıt olmak üzere
söyledim bunları.) Yaşandıkça, yöntemli araştırmalar yapıldıkça ve yaşanılmış olanlar öğrenildikçe
işlenir o. Birçok etkenin belirlenimi altında yönlenir bu işleniş. Ya da, ‘birey olma’ anla-mında yeterince
yönlenemez, çarpık yönlenir ve güdüklüğü taşır durur. Neyse. Demek ki, büyücüyü yaratan dana çok
koşullarıdır. Şair, özünde öbür bireylerden niteliksel ayrımlar göstermez. Herkes gibi, onun da
düşünsel ve mesleksel yönelimini belirleyen genel anlamda, bilinçli çalışmaları ve içinde bulundukları
kültürel/toplumsal/düşünsel/duygusal/fiziksel vö. çevredir.
Şiir yazdıkça daha özgürüm kendime
karşı
Şair olarak çabam, seni özgür kılmak sana
karşı
         Ülkemizde, şiir üzerine kitap boyutunda çalışmalar pek görünmüyor nedense. Bu alanda kalem
oynatmak zor olduğundan mı yoksa istem yetersizliğinden mi, nedense… Hiç yok da denemez elbette.
İki yıl önce yayımlanmış bir yapıtı özellikle anmak istiyorum burada, hem nicel hem nitel anlamdaki
öneminden dolayı. Şiir ve Gerçeklik. Özdemir İnce’nin, hangi bağlamda olursa olsun şiirle içli dışlı olan
herkesin es geçemeyeceği bir yapıtı. Şiirin hemen bütün sorunlarıyla şakalaşıyor, geniş bir alanda
‘cirit’ atıyor onlarla. Amacım kitap tanıtmak değil elbette. Ama, şiir üstüne konuşurken, şiir üstüne
yazılmış güzel bir kitabı es geçemezdim.
“Edebiyatın bilgiye indirgenemeyen bir nitelik taşıdığını ama yine de bilginin tikel bir biçimi olduğunu
unutmamak gerekiyor.” (Gerçeküstücülük, S.Hilav-E.Ertem-O.Kutlar, De Yayınevi, s.10, aktaran
Özdemir İnce, Şiir ve Gerçeklik, Broy Yay. s.25) Evet, özel bir bilgilenme türüdür şiir de. O, yetkin bir
dil aracılığıyla, doğanın kendi iç ilişkilerinden, insanın doğayla ilişkilerinden, birey olarak insanın öbür
insanlarla (toplumla) ilişkilerinden, ve insanların tek tek kendi aralarındaki ilişkilerinden yola çıkarak,
henüz çözümlenmemiş birçok sorunu ortaya koyup, birçok henüz bilinmeyeni günışığına çıkararak ya
da bilinenlerin bilinmeyen yönlerini sezdirerek bilimin boş bıraktığı ya da ulaşamadığı alanlarda özgül
bir bilinç oluşturur. Elbette bunları yaparken duyma ve düşünme biçimlerinin birisiyle sınırlamaz
kendini. Yani, ne salt betimlemedir şiir, ne de öyküleme ve öbürleri. Hep yeni yol ve yöntemler arayıp
bularak geliştirir ve var kılar/dayatır kendini. Kaçaklığa, sığınmaya, kolaycılığa ve bilgisizliğe hiç yüz
vermez bu yüzden. Yine bu yüzden, “şiir amatörleri”ne yaşam hakkı tanımaz. Onun işi hep yeniyle (ya
da yaşar olanla), toplumla ve gerçeklikledir. “En öznel sanatçı bile toplum adına çalışır. Daha önce
betimlen-memiş duyguları, ilişkileri ve koşulları betimlemekle, bunların görünüşteki soyutlanmış
“ben”inden “biz”e dönüşmesine yardım eder.” (Sanatın Gerekliliği, Ernst Fisher, e yay. s.50)
Bu söylediklerim, şairle şiiri arasındaki ilişkiyi, aralarına girilmez ilişkiyi yadsıdığım anlamına gelmesin.
Tersine, şairle şiiri arasındaki ilişki ne kadar sıkı fıkıysa, ne kadar aralarına girilmez bir örgünlükteyse
şiir o ölçüde gerçeklik ve yaşarlık kazanır, kanımca. Ama, T.S. Eliot’un da belirttiği gibi, şair özgünlük
adına, kimsenin yaşamadığı ve yaşamayacağı “şahsına münhasır” olan duyguları işlemekten çok,
genel geçer duyguları, “herkesin yaşadığı duyguları” işlediği, onları ele geçirebildiği oranda ‘büyük’ ve

‘kalıcı’ şiiri yazmış olur. Demek özgünlük, aykırı olanı işlemekle, duygu ıkınımlarıyla yakalanamıyor. 
Sorun, ‘geneli tikelde ele geçirmek’te yani. Özgünlük ise, herkesin yaşadığı, yaşaması olası duyguları
(okuyanların duygularını) kendilerine ayrımsatmak, duyumsatmak ve sezdirmekte; bunu başarabilecek
biçim ve biçemi yakalayabilmekte yatıyor. “Şiir, duyguların başıboş kalması değil, fakat şahsiyetten
kaçıştır.” (Edebiyat Üzerine Düşünceler, T.Ş. Eliot, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay. Ağustos’83,
say.27/28)
Böylece şiir, toplumsallık, kitlesellik, işlevsellik kazanıyor, Şaire düşen ise, ileri ve geri, ulusal ve
evrensel ayrımı yapmadan insanlığın, tarihsel, kültürel, şiirsel deneyim ve birikimini özümseyerek,
sağlıklı bir yöntem ve bakış açısıyla kendi potasında eritip yaratıcı imbiğinden damıtarak özgün
bileşimlere varmak oluyor. Özellikle ‘genç’ şairin, “Everest Tepesi’nin çevresini dolaşmak kolaycılığı
yerine, onun üstünden aşmak” çaba ve emeğinin yanında, olası riskleri de göze alması zorunlu
görünüyor. (Tırnak içindeki düşünce Özdemir İnce’nindir. Ben, düşünce olarak alıntı yaptım, sözcüğü
sözcüğüne değil. O, bunları, Nazım şiiri için söylüyor, ben genelleştirdim.
(Ö. İnce, Yeni Düşün, Ocak’87, “Nazım Hikmet 85 Yaşında.” Toplu
Söyleşi)
VARLIK, SAYI 958, TEMMUZ 1987

ŞİİR VE YAŞANAN 2


Ekonomik ve toplumsal göstergeler, büyük ve köklü değişiklikleri gösteriyor ülkemizde. Hemen her
alanda büyük bir alt üst oluş, hızlı ve büyük bir devingenlik. Görünürdeki bu suskunluk ve uyarlık
aldatıcı olmamalı. Nesnel süreçle öznel sürecin hemen hiçbir zaman bütünüyle örtüşmeyeceği, ama
zaman zaman kesişebileceği ya da birbirlerine oldukça yaklaşabilecekleri biliniyor. An’a ilişkin bir
saptama yapmaya kalkışacak olursak, nesnel gelişmelerin çok gerisinde kaldığını, sanırım söyle-
yebiliriz öznel sürecin. İnsanımızın düşünsel gelişiminin çapını göstermesi açısından ise bu uçurum,
büyük bir tehlikeyi imliyor kanımca. Tarihin öznesi insan olduğuna göre o, belirleyici bir önemde
demektir. Nesnel gerçeklik, öznenin bilincini belirlerse de, tek yanlı değildir bu. Eğer tek yanlı olsaydı,
insan, edilgin bir varlık olarak, insan olamazdı.
Şiir bir sanat olduğu kadar bir zanaattır da. Şiirin sanat yanı, nasıl çok dolaylı olarak da olsa içinden
çıktığı düşünsel gelişmenin boyutlarını yansıtıyorsa, zanaat yanı da, yine çok dolaylı olarak da olsa
ülke insanının emeğinin gelişmişlik düzeyi konusunda ipuçları içerir. Bu, klasik altyapı/üst yapı
kuramının şiire uygulandığı anlamında alınmamalıdır. Elbette onunla da ilgilidir, ama tam o değildir. Şu
düşünülmelidir: Neden bir simgecilik, gerçeküstücülük, fütürizm vö. gibi büyük şiir akımları ülkemizden
çıkmamıştır? İkinci, üçüncü elden yansımaları, etkilenmeleri görülmüştür yalnız? Ya da çıkması olası
mıydı? Zaman zaman ortaya çıkan ya da çıkarılan avangarde’lık savlarını bu bağlamda düşünmek,
sanırım yanlış olmaz. Bu, bizim şiirimizin hep geriden gideceği anlamına da gelmez. Örneğin bir Latin
Amerika edebiyatı patlaması, buna kanıttır. Kimse, sanırım bir Latin Amerika akımından söz etmiyor.
Bu patlamanın arka planında, kendine özgülükleri, kalıtlarını ve gizilgüçlerini iyi değerlendirmeleri
yatıyor. Başka etkenler de var elbette; örneğin, genellikle İspanyolca gibi yaygın ve köklü bir dille
yazmaları, bir damardan kendilerini Avrupa kültürüne bağlamaya çalışmaları gibi.
Sorunların tümden çözüldüğü an (ki, böyle bir an hiçbir zaman olmayacaktır), yaşamın sonu demektir.
Hiçbir şey apaçık değil; hiçbir şey hiçbir zaman apaçık olmayacaktır. Apaçıklık, bitiş’in öbür adıdır. Ya
da apaçıklık, insanın bir dinginlik, bir doygunluk âleminde, biteviyeliği, kısır bir sonsuzluğu (belki bir
cenneti (!)) sürüp durması demektir. Böyle bir yaşantıda insansılıktan da söz edilemez. Apaçıklık,
felsefenin, şiirin, bilimin ve tüm öbür entellektüel ve sanatsal alanların da var olmaması anlamına gelir.
Böyle bir felaketi düşünmek bile, tüylerimi diken diken etmeye yetiyor. Ben, kendimi ancak aramalarda
ve bulmalarda (ya da bulamamalarda) anlamlandırabiliyorum. Şu söylediklerim için kimse
bilinemezcilikle suçlamaz umarım, beni. Çünkü ben, yalnız verili bilmenin olamayacağını demek
istiyorum, o kadar; insan, ararken “insan” olmuştur çünkü. “İnsan, ararken insan olmuştur.” savının
bile, bir verililik durumu olduğu ileri sürülebilir. Değil. Çünkü, insanın insan olarak var olmadığı biliniyor.
Ve tanrı insan’ı yaratmadı. O, el yordamıyla bilinmezliği deşme ve kendine yorma sürecinde insan
olabildi. Tüm bu totolojiyle amacım, her şeyin sunulduğu, sorunsuz bir yaşam ve bunun içinde tüm
sorunlarının çözüldüğü bir şiir beklentisi içinde olanlara gönderme yapmaktır. Sorun, sorunu
kavramakta. Çözülen her sorun, başka sorunlara ebelik yapıyor. İnsan gibi şiirin gelişmesi de buna
bağlı.
Sorunun konuluş biçimi, çözüme de etkiyor ister istemez. Bakış açışı, her tür yaklaşımda bir ilk adım
olduğuna göre, bunu önceden olabildiğince doğru ve amaca doğru saptamak, bir denektaşı işlevini yü-
kümleniyor. Yöntemin önemi burada ortaya çıkıyor işte. Apaçıklık olmadığına ve insanın görevi
apaçıklık için kavga vermek olduğuna göre, bilinmezin neresinde durmalı da kavgadan başarıyla
çıkmalı?Tonlarca kayadan bir gram elmas çıkarmak gibi, o kadar bilinmezden insan için bir kıdım ışık
sızmasını sağlamak!…
Şiir ve sanat, var olan gerçekliğe bir seçenek olabilir mi? Öznenin, özne olarak en uç noktalara vardığı
bir alan olan şiir, edilgin bir yansıtma olmadığı gibi bir seçenek de olamaz. Eğer şiir ve sanat, bir
seçenek gibi alınır ya da sunulursa, bu, verili olandan zarar görenlerin gizilgücünü kendi içinde
eritmesi, yok etmesi anlamına gelir ki, bu da, şiir ve sanatın, din derekesine indirgenmesi demek olur.
Yani var olan muhalefetin, soyut ve düşsel bir kurmaca dünyasına hapsedilip tüketilmesi. Şiir ve
sanatı, bir avunma, oyalanma, ya da düşlerini orada gerçekleme olarak öneren ve savunanların
varlığından haberliyiz. Bu da, gizli ya da açık tüm eklemlenmeci kuramlar gibi, bir ihanet kuramıdır.
Kendisi bir seçenek olmamakla birlikte şiir ve sanat, kendinde bir gerçeklik (yeni bir gerçeklik)
kurabileceği gibi, aynı zamanda gerçekil bir seçeneği de imleyebilir. Bunu doğrudan yapabileceği gibi
sezdirerek ve başka yollarla da yapabilir. Çok dolayımlı bir işlevsellikten söz ediyoruz. Örneğin, bir şiir,
yalnız, okurun estetik beğenisini az çok geliştirse bile, bu, işlevini yerine getirdiği anlamına gelir.
Sanatta ve sanatla kurduğumuz dünya, isterse en yetkin insan dünyası olsun (ki salt sanat dünyasının

insana özgülüğü tartışılabilir), salt bir seçenek olmayı aşamadığı, yaşama geçirilebilirliği olmadığı
sürece, yaratan değil de tüketen olduğu gerçeği ortadadır. Ama şiir ve sanat, okur ve izleyiciyi, verili
duruma seçenek olabilecek toplumsal yaşama gönderebiliyorsa, onun muhalif enerjisini kanalize edip
yönlendirebiliyorsa ve tüketmiyorsa… gerçekçidir. Sanat ve şiir, burjuva anlamındaki toplumsal
yaşama imgesel bir seçenek değil, insana en yakışır olan toplumsal yaşama gönderen, gerçekil
seçeneği gösteren olmalıdır. Modernist gerçekçi sanatın açmazı şuradadır ki, bugünkü anlamda
gerçekçilik, gerçekliği yansıtmak ve onu sanatsal olarak yeniden kurmak değildir salt. Elbette burada,
bir sınırlandırma, sanatın önünü tıkayıp kalıplara dökmek değildir söz konusu olan; şair ya da sanatçı,
kendi devineceği alanı, serbesti alanını kendi saptar. Ona, bu anlamda bir müdahalede bulunulamaz.
Ancak, bağlanmacı, yani özgür şair ve sanatçılar, özgürlüğün bir başıboşluk, bir başına buyrukluk
olmadığını, “özgürlüğün zorunluluğun tanınması” olduğunu bilirler.

*
Şiir, içinde var olduğu toplumun özgül bir bilincidir. Bu, Homeros’tan, daha da eski zamanlardan beri
böyledir. Şiir, yaşamı kavramada benzersiz bir araçtır. Yaşamı imgesel kavrayış sırasında kimi
kaymalar görülebiliyor Bu, insanın yetkin bir varlık olmadığı gibi genel bir yaklaşımla açıklanabileceği
gibi, şairin bakış açısı, yöntemi ve dünya görüşüyle de açıklanabilir. Bunların yanında, daha özel kimi
temel nedenler de bu açıklamaya katkıda bulunabilir. Örneğin dil, bunların içinde en önemlilerinden
biri, bence. Eğer söz konusu kayma, şiir adına bir tehlike ise, şairin dile egemenliği, bu tehlikeyi
savuşturabilecek en önemli erdem. Bu da, şairin durmak yorulmak bilmez dil araştırmacısı olmasıyla
olası.
Söylemek gerekir ki dilimiz, genç bir dil. Kökence çok eskilere dayanıyor olmasına karşın entelektüel
anlamda uzun süre işlenmeden kalmış, yaşamı bütüncül ve derinliğine kavramakta bir yetmezliği
bugüne taşımıştır. Dahi doğrusu, zamanında belki kavrayabiliyormuş da, çok uzun bir süre görece
durağanlığı ve işlenmemişliği dolayısıyla, günümüz isterlerine yanıt veremez duruma gelmiştir. Bir
ulusun gelişmişlik ve düşünsel düzeyi, dilindeki gelişmişlikle de doğru orantılı olduğundan, o dilin
kuşatımı altında varlığını ortaya koyanların da alınganlık göstermeden, nesnel ve soğukkanlı bir
bakışla konuyu irdelemesi gerekir
Şair, yaşamı bütünlüğüne ve derinliğine kavrayacak donanım ve yetiye sahip olmalı derken, verili dilin
bunu ne kadar sağlayacağını da unutmamalı. Eğer her duygu, düşün, durum, olgu ve olayı
adlandırabilecek yeterli gereci yoksa elinin altında, şair oldukça zor durumda demektir.
Uzun bir Osmanlı İmparatorluğu boyunca kısırlaştırılıp kadükleştirilen Türkçeyi Anadolu halkı yalnız
yaşatmakla yetindi; sanat dili, bilim dili anlamında ona çok yeni şeyler katamadı. Öbür gelişmiş dillerde
durum aynı değil. Onlardaki, ulusal bilincin erken uyanışına koşut olarak, ulusal dillerini sahiplenme de
daha erken olmuştur. Her ne kadar Latince, belli oranda etkinliğini sürdürmüşse de, onun egemenliği
gittikçe kırılmış ve dahası yine belli oranlarda ulusal dillerin içinde erimiştir. Ülkemizde de yaklaşık
70/80 yıldır bu yönde bilinçli bir çaba, bir tartışma sürüyor. Yine de, yeterince çözümlenmemiş bir
sorun olarak duruyor aydınlarımız ve özellikle de edebiyatçılarımızın önünde. Burada onur duyularak
saptanması gereken, bu 70/80 yılda dilimiz dev adımlarla gelişmiş, esnek, kıvrak, birçok isterimizi
yanıtlayan bir olgunluğa erişmiştir. Ama, hâlâ çok gerilerde olduğumuz da kesin. Belirtmek gerekir: Dil
tartışmaları, kuramsal anlamda dilimizin gelişmesinde bir motor görevi görüyordu. Ben, bu
tartışmaların “vakit kaybı” olduğunu söyleyenlere çok kulak asmıyorum. Bu sorunun tekil bir sorun
olmadığını, yapısal birçok sorunla iç içe olduğunu da biliyorum. Ne ki, öyledir deyip, bu yöndeki
çabaları ertelemeyi ya da askıya almayı, öbür tüm tekil sorunlarda olduğu gibi, çözümü yönünde uğraş
vermemeyi, “oportünist” bir tavırla yaklaşmayı da kaytarmacılık sayıyorum. Dil, eğer tanrının bir “lütfu”
olsaydı, insanın ona “müdahale” etmesi gerekmezdi, zaten insana da düşmezdi bu.
Dil için kim uğraş verecek? Bütün aydınlar kanımca. Salt aydınlar değil, bilim ve sanatla uğraşan her-
kes. Ama onlardan ayrı olarak, gereçleri dil olduğundan edebiyatçılar, özellikle de şairler bununla
yükümlüdür. Profesyonel dilcilerin yanında hemen bütün “büyük” şairler, hem kuramsal hem de kılgısal
anlamda birer dil araştırmacısı (uzmanı)ydı.
Şimdilik, “Esperanto” bir düş olduğuna göre, ulusal dilin geliştirilip yetkinleştirilmesi işini
savsaklamamak gerekiyor. Dil için yapılacak çalışma ve tartışmalar, uzun süre engellenemez. Bir

ülkede aydın ve özellikle de şair varsa, dil savaşı da sürecektir. Dilimiz, gizilgüç olarak gelişmeye açık;
ancak onu kazıp ortaya çıkarabilecek dil işçilerine gereksinimi var.
Bizde Edebiyat-ı Cedide’ciler bile, yoğun bir dil araştırmasına girişmişlerdir. Toplumsal gelişmenin
yönünü saptayamadıklarından, yöntemsizlik ve yanlış bakış açısı nedeniyle baltayı tasa çalmışlardır, o
başka. Bizim böyle bir riskimiz de yok üstelik.
*
Yöntemler eskir, bakış açıları değişir ve genişler. Bu eskime, değişip genişleme, ‘mekân’dan ve koşul-
lardan yalıtılmış, zamanın soyut değişmesiyle açıklanamaz. Her şey nasıl “zaman, zemin ve koşullara
bağlı” ise yöntem ve bakış açıları da öyledir Şiirde biçim derken bir yöntem ve bakış açısından mı söz
ediyoruz? (Biçem ne kadar bireysel ise, biçim de o kadar kavrayıcı ve geneldir.) Örneğin Divan şiiri
söz konusu olduğunda birçok yapıcının çözümlemesine gidiyoruz: toplumsal, ekonomik, kültürel, dilsel
vö. Aynı şeyleri, örneğin bir İkinci Yeni söz konusu olduğunda da yapıyoruz. Onu, içinde ve içine
doğduğu koşullardan apayrı ve dışarıda anlamaya çalışmıyoruz. Ek olarak, özne, bunları kendine
yorarak kendinin kılıyor. Böylece şiiri, zamandan görece bir bağımsızlığa da kavuşuyor ki, bu, bir
anlamda biçemi oluyor. 
Tüm bu söylenenlerden sonra, şiirin çağını kavraması, onu şu ya da bu ölçüde yansıtması ve asla o
olmaması gerektiğini söyleyebiliriz, sanırım. Yani şiir de öznel sürece en üst düzeyde ve ayrıntılarda
katılmalı, nesnel süreci yorma, ya da ikisi arasındaki (nesnel süreçle öznel süreç arasındaki) uçurumu
kapatmada bir işlev yükümlenmelidir. Bunu yaparken hiçbir biçimde kendisinden ödün vermemeli.
Çünkü ancak kendisi, yani şiir olursa insanda gerçek, umduğu, istediği karşılığı bulabilir.
  
VARLIK, SAYI 960, EYLÜL 1987

MUAMMER KARADAŞ



Yorumlar

İzleyici Neye Bakıyor?