ŞİİRE ARMAĞAN/ "ŞİİR VE YAŞANAN"

Ekonomik ve toplumsal göstergeler, büyük ve köklü değişiklikleri gösteriyor ülkemizde. Hemen her alanda büyük bir alt üst oluş, hızlı ve büyük bir devingenlik. Görünürdeki bu suskunluk ve uyarlık aldatıcı olmamalı. Nesnel süreçle öznel sürecin hemen hiçbir zaman bütünüyle örtüşmeyeceği, ama zaman zaman kesişebileceği ya da birbirlerine oldukça yaklaşabilecekleri biliniyor. An'a ilişkin bir saptama yapmaya kal-kışacak olursak, nesnel gelişmelerin çok gerisinde kaldığını, sanırım söyle-yebiliriz öznel sürecin. İnsanı-mızın düşünsel gelişiminin çapını göstermesi açısından ise bu uçurum, büyük bir tehlikeyi imliyor kanımca. Tarihin öznesi insan olduğuna göre o, belirleyici bir önemde demek-tir. Nesnel gerçeklik, öznenin bilincini belirlerse de, tek yanlı değildir bu. Eğer tek yanlı olsaydı, insan, edilgin bir varlık olarak, insan olamazdı.

Şiir bir sanat olduğu kadar bir zanaattır da. Şiirin sanat yanı, nasıl çok dolaylı olarak da olsa içinden çık-tığı düşünsel gelişmenin boyutlarını yansıtıyorsa, zanaat yanı da, yine çok dolaylı olarak da olsa ülke insa-nının emeğinin gelişmişlik düzeyi konusunda ipuçları içerir. Bu, klasik altyapı/üst yapı kuramının şiire uy-gulandığı anlamında alınmamalıdır. Elbette onunla da ilgilidir, ama tam o değildir. Şu düşünülmelidir: Ne-den bir simgecilik, gerçeküstücülük, fütürizm v.ö. gibi büyük şiir akımları ülkemizden çıkmamıştır? İkinci, üçüncü elden yansımaları, etkilenmeleri görülmüştür yalnız? Ya da çıkması olası mıydı? Zaman zaman ortaya çıkan ya da çıkarılan avangarde'lık savlarını bu bağlamda düşünmek, sanırım yanlış olmaz. Bu, bizim şiirimizin hep geriden gideceği anlamına da gelmez. Örneğin bir Latin Amerika edebiyatı patlaması, buna kanıttır. Kimse, sanırım bir Latin Amerika akımından söz etmiyor. Bu patlamanın arka planında, kendine özgülükleri, kalıtlarını ve gizilgüçlerini iyi değerlendirmeleri yatıyor. Başka etkenler de var elbette; örneğin, genellikle İspanyolca gibi yaygın ve köklü bir dille yazmaları, bir damardan kendilerini! Avrupa kültürüne bağlamaya çalışmaları gibi.

Sorunların tümden çözüldüğü an (ki, böyle bir an hiçbir zaman olmayacaktır), yaşamın sonu demektir. Hiçbir şey apaçık değil; hiçbir şey hiçbir zaman apaçık olmayacaktır. Apaçıklık, bitiş'in öbür adıdır. Ya da apaçıklık, insanın bir dinginlik, bir doygunluk âleminde, biteviyeliği, kısır bir sonsuzluğu (belki bir cenneti (!)) sürüp durması demektir. Böyle bir yaşantıda insansılıktan da söz edilemez. Apaçıklık, felsefenin, şiirin, bilimin ve tüm öbür entellektüel ve sanatsal alanların da var olmaması anlamına gelir. Böyle bir felaketi düşünmek bile, tüylerimi diken diken etmeye yetiyor. Ben, kendimi ancak aramalarda ve bulmalarda (ya da bulamamalarda) anlamlandırabiliyorum. Şu söylediklerim için kimse bilinemezcilikle suçlamaz umarım, beni. Çünkü ben, yalnız verili bilmenin olamaya-cağını demek istiyorum, o kadar; insan, ararken insan olmuştur çünkü. "İnsan, ararken insan olmuştur." savının bile, bir verililik durumu olduğu ileri sürülebilir. Değil. Çünkü, insanın insan olarak var olmadığı biliniyor. Ve tanrı insan’ı yaratmadı. O, el yordamıyla bilinmezliği deşme ve kendine yorma sürecinde insan olabildi. Tüm bu totolojiyle amacım, her şeyin sunulduğu, sorunsuz bir yaşam ve bunun içinde tüm sorunlarının çözül-düğü bir şiir beklentisi içinde olanlara gönderme yapmaktır. Sorun, sorunu kavramakta. Çözülen her sorun, başka sorunlara ebelik yapıyor. İnsan gibi şiirin gelişmesi de buna bağlı.

Sorunun konuluş biçimi, çözüme de etkiyor ister istemez. Bakış açışı, her tür yaklaşımda bir ilk adım olduğuna göre, bunu önceden olabildiğince doğru ve amaca doğru saptamak, bir denektaşı işlevini yü-kümleniyor. Yöntemin önemi burada ortaya çıkıyor işte. Apaçıklık olmadığına ve insanın görevi apaçıklık için kavga vermek olduğuna göre, bilinmezin neresinde durmalı da kavgadan başarıyla çıkmalı?Tonlarca kayadan bir gram elmas çıkarmak gibi, o kadar bilinmezden insan için bir kıdım ışık sızmasını sağlamak!...

Şiir ve sanat, var olan gerçekliğe bir seçenek olabilir mi? Öznenin, özne olarak en uç noktalara vardığı bir alan olan şiir, edilgin bir yansıtma olmadığı gibi bir seçenek de olamaz. Eğer şiir ve sanat, bir seçenek gibi alınır ya da sunulursa, bu, verili olandan zarar görenlerin gizilgücünü kendi içinde eritmesi, yok etmesi anlamına gelir ki, bu da, şiir ve sanatın, din derekesine indirgenmesi demek olur. Yani var olan muhalefe-tin, soyut ve düşsel bir kurmaca dünyasına hapsedilip tüketilmesi. Şiir ve sanatı, bir avunma, oyalanma, ya da düşlerini orada gerçekleme olarak öneren ve savunanların varlığından haberliyiz. Bu da, gizli ya da açık tüm eklemlenmeci kuramlar gibi, bir ihanet kuramıdır. Kendisi bir seçenek olmamakla birlikte şiir ve sanat, kendinde bir gerçeklik (yeni bir gerçeklik) kurabileceği gibi, aynı zamanda gerçekil bir seçeneği de imleyebilir. Bunu doğrudan yapabileceği gibi sezdirerek ve başka yollarla da yapabilir. Çok dolayımlı bir işlevsellikten söz ediyoruz. Örneğin, bir şiir, yalnız, okurun estetik beğenisini az çok geliştirse bile, bu, işlevini yerine getirdiği anlamına gelir.

Sanatta ve sanatla kurduğumuz dünya, İsterse en yetkin insan dünyası olsun (ki salt sanat dünyasının insana özgülüğü tartışılabilir), salt bir seçenek olmayı aşamadığı, ya-şama geçirilebilirliği olmadığı sürece, yaratan değil de tüketen olduğu gerçeği ortadadır. Ama şiir ve sanat, okur ve izleyiciyi, verili duruma seçe-nek olabilecek toplumsal yaşama gönderebiliyorsa, onun muhalif enerjisini kanalize edip yönlendire-bili-yorsa ve tüketmiyorsa... gerçekçidir. Sanat ve şiir, burjuva anlamındaki toplumsal yaşama imgesel bir se-çenek değil, insana en yakışır olan toplumsal yaşama gönderen, gerçekil seçeneği gösteren olmalıdır. Mo-dernist gerçekçi sanatın açmazı surdadır ki, bugünkü anlamda gerçekçilik, gerçekliği yansıtmak ve onu sanatsal olarak yeniden kurmak değildir salt. Elbette burada, bir sınırlandırma, sanatın önünü tıkayıp kalıplara dökmek değildir söz konusu olan; şair ya da sanatçı, kendi devineceği alanı, serbesti alanını kendi sap-tar. Ona, bu anlamda bir müdahalede bulunulamaz. Ancak, bağlanmacı, yani özgür şair ve sanatçılar, özgürlüğün bir başıboşluk, bir başına buyrukluk olmadığını, "özgürlüğün zorunluluğun tanınması" olduğunu bilirler.

*

Şiir, içinde var olduğu toplumun özgül bir bilincidir. Bu, Homeros'tan, daha da eski zamanlardan beri böyledir. Şiir, yaşamı kavramada benzersiz bir araçtır. Yaşamı imgesel kavrayış sırasında kimi kaymalar görülebiliyor Bu, insanın yetkin bir varlık olmadığı gibi genel bir yaklaşımla açıklanabileceği gibi, şairi bakış açısı, yöntemi ve dünya görüşüyle de açıklanabilir. Bunların yanında, daha özel kimi temel nedenler de bu açıklamaya katkıda bulunabilir. Örneğin dil, bunların içinde en önemlilerinden biri, bence. Eğer söz konusu kayma, şiir adına bir tehlike ise, şairin dile egemenliği, bu tehlikeyi savuşturabilecek en önemli erdem. Bu da, şairin durmak yorulmak bilmez dil araştırmacısı olmasıyla olası.

Söylemek gerekir ki dilimiz, genç bir dil. Kökence çok eskilere dayanıyor olmasına karşın entelektüel anlamda uzun süre işlenmeden kalmış, yaşamı bütüncül ve derinliğine kavramakta bir yetmezliği bugüne taşımıştır. Dahi doğrusu, zamanında belki kavrayabiliyormuş da, çok uzun bir süren görece durağanlığı ve işlenmemişliği dolayısıyla, günümüz isterlerine yanıt veremez duruma gelmiştir. Bir ulusun gelişmişlik ve düşünsel düzeyi, dilindeki gelişmişlikle de doğru orantılı olduğundan, o dilin kuşatımı altında varlığını ortaya koyanların da alınganlık göstermeden, nesnel ve soğukkanlı bir bakışla konuyu irdelemesi gerekir

Şair, yaşamı bütünlüğüne ve derinliğine kavrayacak donanım ve yetiye sahip olmalı derken, verili dilin bunu ne kadar sağlayacağını da unutmamalı. Eğer her duygu, düşün, durum, olgu ve olayı adlandırabile-cek yeterli gereci yoksa elinin altında, şair oldukça zor durumda demektir.

Uzun bir Osmanlı Devleti İmparatorluğu boyunca kısırlaştırılıp kadükleştirilen Türkçeyi Anadolu halkı yalnız yaşatmakla yetindi; sanat dili, bilim dili anlamında ona çok yeni şeyler katamadı. Öbür gelişmiş dillerde durum aynı değil. Onlardaki, ulusal bilincin erken uyanışına koşut olarak, ulusal dillerini sahiplen-me de daha erken olmuştur. Her ne kadar Latince, belli oranda etkinliğini sürdürmüşse de, onun egemen-liği gittikçe kırılmış ve da-hası yine belli oranlarda ulusal dillerin içinde erimiştir. Ülkemizde de yaklaşık 70/80 yıldır bu yönde bilinçli bir çaba, bir tartışma sürüyor. Yine de, yeterince çözümlenmemiş bir sorun olarak duruyor aydınlarımız ve özellikle de edebiyatçılarımızın önünde. Burada onur duyularak saptanma-sı gereken, bu 70/80 yılda dilimiz dev adımlarla gelişmiş, esnek, kıvrak, birçok isterimizi yanıtlayan bir ol-gunluğa erişmiştir. Ama, hâlâ çok gerilerde olduğumuz da kesin. Belirtmek gerekir: Dil tartışmaları, kuramsal anlamda dilimizin gelişmesinde bir motor görevi görüyordu. Ben, bu tartışmaların "vakit kaybı" olduğunu söyleyenlere çok kulak asmıyorum. Bu sorunun tekil bir sorun olmadığını, yapısal birçok sorunla iç içe olduğunu da biliyorum. Ne ki, öyledir deyip, bu yöndeki çabaları ertelemeyi ya da askıya almayı, öbür tüm tekil sorunlarda olduğu gibi, çözümü yönünde uğraş vermemeyi, "oportünist" bir tavırla yaklaşmayı da kaytarmacılık sayıyorum. Dil, eğer tanrının bir "lütfu" olsaydı, insanın ona "müdahale" etmesi gerekmezdi, zaten insana da düşmezdi bu.

Dil için kim uğraş verece? Bütün aydınlardır kanımca. Salt aydınlar değil, bilim ve sanatla uğraşan her-kes. Ama onlardan ayrı olarak, gereçleri dil olduğundan edebiyatçılar, özellikle de şairler bununla yükümlüdür. Profesyonel dilcilerin yanında hemen bütün "büyük" şairler, hem kuramsal hem de kılgısal anlamda birer dil araştırmacısı(uzmanı)ydı.

Şimdilik, "Esperanto" bir düş olduğuna göre, ulusal dilin geliştirilip yetkinleştirilmesi işini savsaklamamak gerekiyor. Dil için yapılacak çalışma ve tartışmalar, uzun süre engellenemez. Bir ülkede aydın ve özellikle de şair varsa, dil savaşı da sürecektir. Dilimiz, gizilgüç olarak gelişmeye açık; ancak onu kazıp ortaya çıkarabilecek dil işçilerine gereksinimi var.

Bizde Edebiyat-ı Cedide'ciler bile, yoğun bir dil araştırmasına girişmişlerdir. Toplumsal gelişmenin yönü-nü saptayamadıklarından, yöntemsizlik ve yanlış bakış açısı nedeniyle baltayı tasa çalmışlardır ama. Bizim böyle bir riskimiz de yok üstelik.

*

Yöntemler eskir, bakış açıları değişir ve genişler. Bu eskime, değişip genişleme, 'mekân'dan ve koşul-lardan yalıtılmış zamanın soyut değişmesiyle açıklanamaz. Her şey nasıl "zaman, zemin ve koşullara bağlı" ise yöntem ve bakış açıları da öyledir Şiirde biçim derken bir yöntem ve bakış açısından mı söz ediyoruz? (Biçem ne kadar bireysel ise, biçim de o kadar kavrayıcı ve geneldir.) Örneğin Divan şiiri söz konusu olduğunda birçok yapıcının çözümlemesine gidiyoruz: toplumsal, ekonomik, kültürel, dilsel v.ö. Aynı şeyleri, örneğin bir İkinci Yeni söz konusu olduğunda da yapıyoruz. Onu, içinde ve içine doğduğu koşullardan apayrı ve dışarıda anlamaya çalışmıyoruz. Ek olarak, özne, bunları kendine yorarak kendinin kılıyor. Böylece şiiri, zamandan görece bir bağımsızlığa da kavuşuyor ki, bu, bir anlamda biçemi oluyor.

Tüm bu söylenenlerden sonra, şiirin çağını kavraması, onu şu ya da bu ölçüde yansıtması ve asla o olmaması gerektiğini söyleyebiliriz, sanırım. Yani şiir de öznel sürece en üst düzeyde ve ayrıntılarda katılmalı, nesnel süreci yorma, ya da ikisi arasındaki (nesnel süreçle öznel süreç arasındaki) uçurumu kapatmada bir işlev yükümlenmelidir. Bunu yaparken hiçbir biçimde kendisinden ödün vermemeli. Çünkü ancak kendisi, yani şiir olursa insanda gerçek, umduğu, istediği karşılığı bulabilir.

VARLIK, SAYI 960, EYLÜL 1987

Yorumlar

İzleyici Neye Bakıyor?