ÖYKÜSÜZ ÖYKÜ

ÖYKÜSÜZ ÖYKÜ

Bir çocuk niye doğar ve banar kendini yaşama? Bu çetrefil sorunla uğraşıp durdum yol boyunca, ilk bakışta pek öyle içinden çıkılamaz gibi görünse de, koşullarla birlikte ele alındığında daha kolayları bile zorluyor insanı bu tür soruların. Saatlerdir yoldayım. Sırtımda bir yük yoksa yürümeyi severim aslında. Oysa, korku gibi ağır bir yükü sırtlanmışım ben. Ta ciğerlerimde duy-muşum ağırlığım korkunun.

Havada yaz gecesine yaraşmayan deli bir karanlık; yerde, her köşe pusu ve ihanet. Serinlik, gaz odalarındaki gaz dalgası gibi sarıyor bedeni. Ter içindeyim. Üşüyorum sonra. Susuyorum da. Tam önümde bir yerlerde bir şırıltı. Acaba eğilip bir yudum içebilecek zaman ayırabilir miyim? Hayır, hayır, hayır susuz değilim! Hayır, içmemeliyim! Susuz değilim, susuz değilim, susuz...

İçtim! Hem de kana kana. Öyle de güzeldi ki! Bengisu sanki, ölümüne güzel. Bıraksalardı içebilirdim sonsuza dek, evet içebilirdim. Kasılıp kaldı bedenim, ayaklarım direndi bir süre. Olmakta olan ile olması gereken...

Yürüdüm, yürürken arkadaşlarımı düşündüm. Acaba?...

Olacak şey değil, sabahın dördünde, hâlâ, en olmayacak yerlerinden öpüyorum bir kızı. Saçlarında bildik bir koku, sızıya benzer. (Bir şey damlıyor sabahın serinliğinde haydi duyumsayın, tıp tıp ve yeknesak.) Sandığım kadar güçlü değilmişim, daha yeni ayrımsıyorum bunu; başımı görünmez bir duvara çarpar gibi. Biliyor musunuz, daha birkaç ay önce bir oyundu yaşamak, istediğim gibi biçimleyebilirdim her şeyi. Boyaları karıştırır fırlatırdım tuvale, bir şey olurdu. Bir şey... Yaşamı benim için yapmak, benim kılmak... dönüştürmek, biçimlemek... istediğim renge boyamak... Yani, ben vardım madem ve insandım madem...

Başardığım her şey başarısızlıkmış gibi geliyor şimdi bana. Ama, düşünmeden edemiyorum, şimdi traktör sesleri yankılanan o koyakları. Tanrım, ne soğuk bir yaz gecesi!... Kuşkum yok, bir adım ötesin! kestirebilecek yetim kalmışsa, -traktör sesleri yankılanıyor şimdi o koyaklarda ve jeepler... Sonra sürücü ve öbürleri, karanlığa bulanmış çizmelerini çıkarıp, oturup koyu uğultularıyla insanın içini ürperten bir çamın dibine: "Yok!" diyecekler, orasına burasına batan kuru kıvıçlardan rahatsız olan biri: "Yok!" diye yanıtlayacak öbürlerini. "Sabah da oldu olacak, bıraksak artık."

Çamlarda keman çalan rüzgârla sinirleri ayakta olan önder: "Öyle kolay pes etmek yok, bu gece yakalayacağım o serseriyi! Boşuna mı uğraşıyorum kaç gecedir bu lanet yerlerde?" Tam o an bir kozalak düşecek burnunun dibine. Birden tabancasına davranacak ve hırlayacak: "Hayır, bulmalıyız!"

Karşı tepeden uluyan kurda yanıt verecek uzaktan köpek sesleri. Ama Pan asla uyumaz, bilirsiniz: nanik, nanik, nanik! Bu arada bulutlar rollerini unuturlar. Olsun. Onlar, kanıksayamadılar hala çekirge seslerini, ağaçkakanın ve puhu kuşunun seslerini; yaban otlarının kokularım bile... Acemiler!...

Basını bir köpek gibi öne eğmiş, başarısızlığının bedelim-, infaz saatini bekliyor sanki o. Aşağılardan derenin şırıltısı bir cadının gizemli öpücüğü gibi geliyor kulağına. Ya da yaşamım eksilten bir törpü. Kim aldattı, kim kuşattı bilincini onun? Bilinç mi?!... Haydi bir sigara yak.
Yakacak. Derin bir soluk çekecek umutla. Yanılsama...

"Kim sigara yak dedi lan sana?!" Çekip alacaklar sigarayı ağzından. Hayır, kurtuluş yok. O, düşecek bu gecelerden birinde, gerçekle sanrı arasındaki çürük köprüden. Kimse, kimse elini uzatmayacak ona, kimse kurtaramayacak onu. Artık benliğini yitirdi o, kendisi olmaktan çıktı. Hiç
kendisi olmamıştı belki de. Parçalanmış bir cam gibi. Her parçası ayrı bir kişilik onun, her parça bütünden bir şeyler taşısa da. Peki, parçalanmış bir kişilikten ne beklenebilir ki!? Asıl soru şu: Nasıl geldi buraya ve neden?

"Belki de oynuyorsun bizimle!" dedi kin ve alay karışımı şişman olanları, yani önder. Oysa o, bir gittiği yeri sonrasında bulamayacak kadar karmakarışık şu an. "Konuşsana lan!" Karanlıkta, bir tosbağa gibi başını kabuğuna çekmiş ve kıvrılmış bir yılan gibi kendi içine.

"Şey, hayır... sizi kandırmayı düşünmedim hiç, ama... ama buraları pek iyi bilmiyorum... bilmiyorum inan ki ben... ben!..."

"Siz değil miydiniz lan 'dağlar bizimdir' diyen? Bilmiyormuş, pöh!" "Hep birbirine benziyor... hep... Nereye gitsek, nerede dursak, hep aynı yerdeymişiz gibi geliyor... olmuyor, bulamıyorum." Bir yılan tıslaması gibi kesiliyor sesi.

Korku ve tedirginlik şeytanın eli, (Azrail'in soluğu gibi dolaşıyor ortalıkta. Balinanın karnındaki karanlık... Zifir bir karanlık, buğular içinden tasarımsal, korkunç varlıklar doğuruyor. Her susuş, ebesi sanki onun. Birden üç el silah sesi: "dan, dan, dan"! Çevre ölüm tadına boğulu-
yor yankı kesilince. Oysa, oysa bilemeyecek hiç gözlerinden irinler akan adam, zavallı bir tilkinin karaltısını öldürdüğünü.

Geri döndüm, evet döndüm. Ne kadar zor oldu geri dönmek anlatamam; ama döndüm. Koyu ve az şekerli bir kahve içmeliydim çünkü. Ocağın başında işte onun için durdum. Kahveyi uykumla arama yerleştirmek için, yorgunluğuma inat olsun diye. Isınabilmiş de değilim daha. "Karanlığa bakmayı unutmamalıyım." dedim. Karanlığa hiç mi hiç alışamadım çünkü. Gerçi ben bu sessizliği anlıyorum, sessizliğin bana hiç yakışmadığım da. Kahveye uzanıyorum, elim titriyor. Yine de falso yapmayacağım, güzel bir kahve içmeyi ne kadar çok istiyorum, bilemezsiniz. Ocağı yakıyorum.

Marangoz şalteri indiriyor. Ceketini omzuna atıp (kapının ardındaki çivide asılı durur hep), ivedisiz yaklaşıyor sobaya (talaş sobası elbette, tenekeden, yamru yumru), tahta parçaları atıyor içine, üstüne de talaş döküp ceketinin kibrit cebinden çıkardığı kibritle tutuşturuyor. Su dolu çaydanlığı (isten simsiyah olmuş) sobanın üstüne koyuyor, demliğe de bir fiske çay. Kendi yaptığı taburede bacak bacak üstüne atıp filtresiz sigarasını yakıyor. Dedem mi? Görseniz şaşardınız: Yetmişinde benden esinlenip merdiven kurardı güneşe; kar, diz boyu.

Son anda bir çocuk görmüştüm çarşıda, sessiz ve kimliksiz. Kitapları mitapları itip fincana yer açıyorum masada. Keşke bir parça bir şeyler yeseydin. Hayır, aç değilim ki! Kim bilir neler oluyor şimdi arka sokaklarda? Uykum o kadar da derin değildir. Bir parça uyuyabilsem!...

"Bunu anlıyorum" dedi kız "ama kavrayamıyorum." Ben kendime büyük sorular sormayı sevmem. Siz bütün çocukluklarımı hoş görmeye hazırlanıyorsunuz; bıraksam bağışlayacaksınız. Oysa düşünün, kaç gün geçti ki daha! Yüreğimdeki uçurtmalarda adınız yazılıydı. Nasıl da kurtuldulardı elimden ve ben de üçe beşe bakmadan havalandımdı onlarla. Ah, anlatabilsem bunu size! Yani yeterince değiştiğimi, yılanın kavını değiştirmesi gibi büyük bir acıyla hâlâ değişmekte olduğumu. İnanmayacaksınız, çocukken yaptıklarımı yine yapacağım, sahte bir yetişkin olarak. Üstelik sizi de katacağım bu kez. Neyse, o yirmi sekiz günü unutalım.

Hayır, korkmuyorum hayır. Sizi beklemenin ne demek olduğunu bilemezsiniz ama. Evet, korkuyorum. Üstelik nasıl, bilseniz nasıl korkuyorum! Yüzüme alışılmadık bir anlam takıyorum, kalemi bulur bulmaz. Gerisi kolay, siz güvercin dersiniz ben martı. Her şey bu kadar açık değil elbette, biliyorum; biliyorsunuz. Bunu bir şeye benzetsem şimdi, n'olur? Kayar gider elimden. Yoo, buna gelemem, bağışlayın. Kaç geceyi sırtımda taşıdım ben. Güneşle dostluğumuz da buradan işte, hamallığımızdan. Sabah olmak üzere evet, ama bunu size söyleyemem; yetkim yok bunu söylemeye. Bu vakitlerde o sokaklardan geçmeyi bunun için savunuyorum, duyuyor musunuz? Yine de bir köşeye not edin siz: Birçok şey, birçok derin güzellik daha kolay yitiyor artık. Şimdi onlar nerede acaba? Ben tek başıma mı kaldım yani? Durun, biraz soluklanayım! Yine yıldızlar kayıyor bir yerlerde, meteorlar yağıyor yüreğime.

Alacakaranlıkta, deniz kıyısındaki bu kayalıkta, bu kurbağalı yalnızlıkta... Ah! Bir şarkı gereksiniyorum; böyle bir şarkının henüz yazılmadığını bilmiyor muyum, ama gereksiniyorum... Yüzüme bir tokat gibi inecek, soğuk sisten bir şarkı, buz tanecikleriyle yüklü. Yanlış anladınız;, sorun ben değilim. Böyle olsaydı, inanın çok kolay olurdu, çok. Şırrak şak, şırrak şak, şırrak... Sanırım dilimdeki bu ceset tadı, bu tuza yatırılmış umutsuzluk ürkütüyor seni. Bağışla, ben yaratmadım bu labirenti; ben bekçisiyim yalnız onun. İnan, bekçi olmayı da ben seçmedim. Bir de, etyemez değilim ben. Herhangi bir düzlemde...

Siz, bir papatya tarlasında "uç uç" böceğiyle konuştunuz mu hiç? Ha bakın, o marangoz babamdır benim. Bu çok eski, destan türünde bir şey. O, gençti daha, bense bir çocuk. Dedim ya, babamdır! Aramızda kan bağı var yani. Neyse, bırakalım bunu şimdilik. Bu hafta, kanser haftası; haftanın da ortası aşağı yukarı. "Sen hiç yapmadın ki, bozdun hep!" Peki, öyle olsun. Ama, önce şunu bil: Gittikçe soğuyorum. Ne diyorsam, onu demek istiyorum işte. Vırrak vak, şırrak şak, vırrak...

"Yeni giysilerimde çimen lekeleri istemem." diyor kız. İstersem bir resimden bir ağıt çıkarabilirdim ona. Ejderha inceliğinde, ama ölümü ırlayan, ayrılığın kanla harmanlandığı, üstelik... İstemedim. Kalemi buldum ya, gerisi kolay! Bir zamanlar çocuktum ben, biliyor musunuz? Haa, bir de sapanım vardı. Ne işe yaradığını uzun zaman düşünüp durduğum. Atölyede traktörler, kamyonlar, cipler de yapardım. Yalnızca yapardım, oynamadım hiç. Bir de karısı vardı marangozun, her sabah başka, apayrı bir yorgunluğa uyanırdı. Soluk aldığını ayrımsamadan yaşlandı. Birden şaşırdı ve yutkundu, yalnızca yutkundu. Kaynanasıyla da arası iyi değildi belki. Katlanmayı bilmiyordu başlarda, öğrendi. Dayak yemeyi, bir köle gibi yakınmasız çalışmayı, çocuk büyütmeyi filan. Hayır, ben bir söylevci değilim, üstüme gelmeyin... yoksa susarım.

Bu yağmurda başka ne yapılabilir, bu biçimsiz yağmur altında, enine boyuna düşünelim. Yorgunuz, sonra kapı köpekleri, gri bekçiler ve o sarışın korkular. Başladığım noktadaysam hala, durup durup usumu ısırıyorsam suç benim mi? Bunca sessizliğe alışkın değilim ki ben! Korkulardan bir korku işte bu da. Caydım, hoşgörü dilenmeyeceğim sizden. Ama bakırı, bu yalancı karanlığı resmedeceğim, iyice koşullandım buna.

Haydi, siz yatın şimdi, beklerim ben.

Üç adım attı, durdu. Kaygılı. Geri döndü, kapattı kapıyı. Güzel, silik bir maviydi kapı. Kız, geri geri çekildi, uzaklaştı: "Her şeyi tanımlamak, her şeyi olduğu anki gibi söyleyebilmek olacak şey mi?" Esnemedim tuttum kendimi. "Bu kapıda ustanın, cömert marangozun düşlerini de mi? Yani, yürekle beyin arasındaki köprüde çatışan bir çift el..." gibi bir şeyler söyleyerek yanıtladım kızı, sanıyorum. Uyuyordu. Yanağından öptüm, titredi. İnsan böyle bir yağmura bile alışıyor, kolay olmasa da. Ya! Gözlerimi sildim, gözlerini düşündüm marangozun. Saçını, sesini, planyayla kurduğu özel ve özgün ilişkiyi. Kimi şeyleri vurgulu söylemekten yanayım: mavi gözlerinii marangozun. Çocuk severdi uzun saçlarını. Okulsuzluk delirtirdi onu. Çocuk, ilçenin tek sinemasında kendini arardı hep, dayak yeme pahasına evden kaçarak. Birçok düşülke yarattı böylece, çoğalttı kendini. Karşıtı olmayan bir ağuyla ağulandı: Çevresine yakıştıramıyordu artık kendini. Hele, hele kitaplara dadandıktan sonra. Gittikçe daha sık kaçar oldu atölyeden. Sonra iyice koptu ipler, şarap da karışınca işe. Kalemi buldum ya, gerisi kolay.

"Saçlarımda ne buluyorsun, anlamıyorum." diyor kız. Oysa genç adamın gözlerinde bir dere irkilerek silik soluk çağıldıyor. Kız bunu yanıt saymıyor. Israrla sarı arının inine sokuyor elini. Acısıyla övünüyor sonra. Dokunur dokunmaz dağılıyor yaprakları gelinciğin. Her şeyin bir sırası var, değil mi? Ölümler, sarı zarflarla duyruluyor, imzalı mühürlü. Şu da var...

Kararsızdı. Geç kalmıştı belki. "Beni sevmiyorsun." dedi kız, kızgınlık değil de uysal bir yakınmayla, içinden söküp çıkaracağı ben'i ya da iyice yiteceği derinliğinde. "Evet. Seni, hiçbir şeyi, hiç kimseyi sevmiyorum." Genç adamın aslında, seni, her şeyi, herkesi çok seviyorum, demek istediğini anlamadı kız. İkircikli baktı. Genç adam, ıslanmış barutun çıkardığı sesle güldü. O da kızın boğazına düğümlenen tortuyu anlamadı. İkisi de içtendi aslında. Şalter inik. Marangoz yoğun, esritici talaş kokusunu ayrımsamadan, elinde çay bardağıyla, budaksız, çırasız; bir kadının beyaz karnına benzeyen kapıları okşuyor, işte zanaatın aşıldığı an! Düşünün, her şey buna bağlı artık.

Kadın abdest aldı yakarılar eşliğinde. Uzun, ak çarını bağladı başına mırıl mırıl. Duvardaki çivide asılı Kuran'ı aldı mırıl mırıl, göbeğinin üstünde tutmaya özen göstererek. Yönünü kıbleye döndü, diz üstüne çöktü, kitabı açtı, okumaya başladı mırıl mırıl. Kocası kaçak indirmeye gitmişti dağdan. Sessizce ders çalışıyordu çocuk, ölgün, büyülü gaz lambasının eşliğinde ve çok korkuyordu babasını kurt yer diye. Çok karlı bir kıştı ve artık oldukça karanlıktı çünkü. Dağların bütün gece gürültüsü doldurmuştu evin içini olduğu gibi. Birçok kâğıda karmakarışık, anlaşılmaz şeyler çizdi ve itti bir yana. 60 Watt ampulle ne alıp veremediği olabilirdi ki, gitti söndürdü onu? Kız, 's'lerle dolu bir şeyler sayıklıyordu uykusunda. Aradığı mumu bir türlü bulamıyordu genç adam. Neredeyse cayacaktı ki, raftaki kitapların arasında olduğunu anımsadı.

Sık sık, "Seni anlamıyorum." diyordu kız. Anlamak? Kim neyi anlayabilmiş ki! Ben bütün kılıçlarımı soktum kınına. Belleğimdeki her şeyi istifledim bir gece ve ateşe verdim. Sabaha kadar dans ettim ateşin çevresinde. Anlamak! Daha çok gençti kız ve derslerden sorunları vardı. Oysa genç adam, genç sayılmazdı on yedi yaşındaki kıza göre. Pekmez rengi, ucuz cam vazodaki gülün gölgesi düşmüştü duvara. "Öyleyse her şeyi bir şeylere yor. Bir daha da saçlarını sakın kesme!"

"Ama uzun saç istemiyorlar okulda ya da örmeliyim. Örmeyi sevmiyorum. Bir tanısan bizim müdürü!..." Daha erkendi kıza göre, çok erkendi. Oysa genç adam, geç kaldım, diye düşünüyordu hep. Siz o sokağın adını biliyor musunuz? 12/8'deyim. Öyle kar yağmamıştı kente hiç, yatılılıktan tart edil-diğimde. İşte o gecelerde okudum ben Anti Dühring'i. Pek anlamadım, çünkü on yedi yaşındaydım henüz. Anladıklarım yetmiş ama, hiçbir tart uslandırmadığına göre... Ham elma gibisin sen, her ısır-dığımda dişlerimi kamaştırıyorsun. Oysa ben Anzer balı gibiyim, delirtiyorum seni.

Büyük büyük düşleri vardı kızın. Öyle zor ki üniversiteye girmek, hele bitsin şu lise... Her şeyi anlayıp bir bir dile getirecek, sevişmekten bile yeterince tat alacak o zaman. Hele gerçekleşsin o milat. Dedem demiştim ya, nasıl da yıkıldı o dağ gibi adam! O yaşında kar kış, dağ tepe demeden çerçilik ederdi. Neyi umardı, neyi beklerdi bilmem. Beklenmedik bir felçle göçüp gidinceye değin... Suçluyum evet, onun istediği gibi bir adam olmadım. Oysa, en ilk, en sevdiği, en güvendiği torunuydum onun, erkek. Ne çok düş kırıklığı yaşadı benim yüzümden. Onun için parçalanmış bir elmas gibiydim, her parçası ayrı değerli, ama bütünlüğünü yitirmiş. Yine de benimle ilgiliymiş son sözleri.

Karşılıklı beklentileri elbette var genç adamla kızın. Hem, kim yetinir ki görünenle? Hangi kız, hangi erkek sözlerin arkasında art anlamlar aramaz? Kimi kez bir ömür bile verilir sıradan bir gize erişmek için. İşitmekle, görmekle aynı şey mi anlamak? Ama kızın büyük düşlerinde bir çocuğa da yer olması, işte bu iyi değil. Değişik biçimlerde söylemeye çalıştım bunu ona. Çırılçıplak olduklarında, ışıkta neden utandığını sordu örneğin. Oysa ben en içini gördüm senin bir ultrason aygıtı gibi. Kızıl mavi damarlarını. "Utanıyorum işte... Şu yağmur bir dinse. İçimi karanlık basıyor, sıkılıyorum, çok sıkılıyorum. Bu evde niye koltuk yok? Bir su gibi aktık birbirimizin oluklarından saatlerce. Yosun yosun kokuyoruz. Çalmadık kapı, uğramadık mahzen bırakmadık. Oysa kapı ardında kapı, mahzen içinde mahzen!

Ben de 'gül' deyince başka bir adam oluyorum. Bunca cana yakınlığım tedirgin ediyor beni. Kendimi, o çocuğu düşünmekten alıkoyamıyorum. Okula başladı, ama bir sevgilisi yoktu hâlâ. Bütün ağabeylerinin vardı oysa. Sevgilisiz olmaz, diye düşünüyordu. Yaşam bir filmdi, uğruna ölünecek bir şey gerekliydi. Ya da onun için yaşanacak, bilmem ki... Ona gitti, ağabeylerinden birinin sevgilisine, yani bir ablaya. Zaman zaman aralarında ulaklık yapardı. Ödeşme zamanı. Bana ayarla şu kızı. Elimi tutsun yeter, elimi... Ben büyüdüm, ben büyüdüm, büyüdüm ben.

'Gül' dediniz de, bir ev bana göre küçüktü. Belki de değil, tam bana göreydi belki: Düzgün bir banyosu vardı tuvaletle bir arada. Sonra bir mutfağı ve uygun bir balkonu. Açık bir giriş ve küçük, çokgen bir oda. Gül kartpostallarıyla döşenmiş bir odadan hiçbir şey kalmıyor geriye. "Sana hiç kızabilir miyim/Bana bir gül ver." Şöyle bir şey asılıydı masanın tam karşısında: "Bu gece en hüzünlü şiiri yazabilirim."

İnanın ki, bildiğiniz o hüzün avcılarından değilim ben. Hüznün insan yaşamındaki önemini iyi biliyorum ama. Terk edilmiş bir maden ocağı; orada, eski zamanlardan kalmış yaşlı bir köpek. Bekliyor. Tanrım, her yer ne kadar ıssız! Kanındaki tuzu tüketiyorsun. Bütün ömrünün geçtiği bir orman yakılmış; sen yangın yerinde senden bir iz arıyorsun. Mavi bir iz, yeşil bir iz... Bir şiir yazıyorsun, en büyük şiirini, ömrünün şiirini; yitiriyorsun sonra. Hüzün, bir türlü anımsayamadığın o şiirin sen de kalan anısı. Ayna içinde ayna. Bu gece en hüzünlü şiiri yazabilirim. "Artık hep böyle şiirler yazacaksın." diyorlar tek ayak üstünde parmak uçlarımla duvara dayadıklarında beni. Otomatik tabancalar, telsiz sesleri ve darmadağın edilmiş çokgen odam. Biraz romansıydı evet. Çokgen bir hüzün, dağıtılmış, yırtılmış, çuvallara doldurulmuş kitaplar. Kız, ham bir meyve gibi daha, ısırdıkça dişlerini kamaştırıyor genç adamın. Bütün bunları nasıl anlatsın ona. Yaşamak başka!

Genç adam, kendisiyle kendisinin arasına bu kızı koymayı deniyordu. Kendisinden uzaklaşıp bir yerlere varmayı mı tasarlıyordu? Yeni bir yerlere, hiç solunmamış ve kalem oynatılmamış üstünde? Her aşk aslında biraz güncellik kokar, mitolojik yanıyla birlikte. Her aşk, deli bir içerik yüklüdür bir prizmada yitmek gibi. Tek odaklı çoğulluk. Ama kız, ne yapıp edip her şeyi masalsıya taşıyor rahatlığıyla. Genç adamın yakındığı aslında bu. Çünkü artık bıktı o hem düş hem düşlemlerden. Çünkü o, bir bıkmış. Bu yüzden ben, onu anlamaya çalışmak gerek diyorum. Anlamalı, ne olur insanın üstüne bir dağ devrilirse. Korna sesleri, çatapatlar, irkiltici düdükleriyle hep uzaktan geçen trenler, umulmadık yerlerde dört yol ağızları. Anlayamıyorum, neden istiyor sanki gündelik ilişkilerin içinde yitmeyi beceremeyeceğini bile bile. Mumu aldı ve fırladı birden, kitap rafına doğru.

Ne bulacağını sanıyor sanki orada? Alttan bir çekmeceyi çekti, çok eski bir defter çıkardı. Sanki antik bir yapıdan bir yel esti yüzüne, sarsıldı. Sırtından akan yalazı ayrımsadı, tir tir titredi. Kendine gelir gibi olduğunda masaya dönmeyi akletti. Her devinimi, kutsal bir iş yapıyormuş, bir ayindeymiş havasındaydı. Bilinçsizce masanın uzak köşesindeki sigaradan yaktı. Bir fotoğraf! Açtığı ilk yerden çıktı o. Çoktan unutulmuş, tarih öncesinden kalma. Ters duruyordu; çevirip çevirmemekte duraksadı. Gözlerindeki hüzün tane tane dökülüyordu masaya. Bir insan, yalnız bir düğünde bu kadar mutsuz olabilir: "Düğünler, düğünler mutsuzluğumuzun en eski biçimleri"

"Siz durun, ben öteye geçiyorum."

Belki sırası değil, ama söylüyorum: Ben, tam üç yıl aynı ses tonuyla konuştum. Ondan önceki iki yıl da başka bir ses tonuyla tanıyorlardı beni. Bir kız vardı, çilli ve biraz topal; adı Feriha. Uzaktan sevdiğim üçüncü kız işte odur. Babam diyor ki: "Yoruldum artık." Anam diyor ki: "Hep birlikte bıktık; yaşamın safrası mıyım ben, ilk günahı tek başıma mı işledim ben? Yeter artık, bana kendini muştula!" Oysa dedem demişti ki: "Adam olmazsın sen!" Kız diyor ki: "Niye öyle bakıyorsun? Elbette istiyorum seninle sevişmeyi. Işığı kapat ama! N'olur?!" Bir çoban matarasından su içiyoruz. Gölgem, hiç eşit olmadı bana.

Geçen gün Aysel'le karşılaştım bir barda. Yeni bir aşk ve yeni bir esrime satın almış kendine. Elbette iyi şeyler bunlar. Fabrikalarda yitip gitmek de vardı işin ucunda. Ona, doğru görünen size öyle görünme-yebilir, bunun ne sakıncası var? Aysel mi? Beğenirdim eskiden. Hayır hayır, açık söylemek gerekirse ülküsel ilişkilerde bir ayrıntı değildi o. O, oydu yani, O! Yaşama bir ayrıntı olarak katılmaktansa, kendini geleceğe göre kurgulamak ve orda herkesle birlikte dal budak salmak daha bir anlamlı değil mi? Erk?! Hayır, evet her şey apaçık ortadaydı: Kemikleşmiş bir dev çark, insan adına, umut ve mutluluk adına ne varsa eziyor ve kendine mâl ediyordu. Aysel ise, küçük, aykırı bir taş gibi atıyordu kendini bu dev dişlilerin arasına. Ben sanıyordum ki, o, ancak orada var olabilecek ve yaratacak kendini. Hayır, Aysel iyi kızdır. O, bütün bunların ayrımında. Hayır, unutmuş olamaz! Aysel, aşka ve esrikliğe mi sattı kendini? Hayır, o eski umutlarını pazarlıyor şimdi: gözlerimle gördüm. Aysel, umutları demekse evet, kendini sattı. Öyle rahattı ki bana "merhaba" derken... Umutlandım, uslanmazım ya! "Ben bir kalpazan değilim." "İyi!"

Sabah oluyor... İşte ben bunu anlatmaya çalışıyorum size. Sabah, sizi ilgilendiren bir olgu olmayabilir. Belki böyle daha iyi ve daha uyumlusunuzdur. Sabahı istememe hakkını da bulabilirsiniz kendinizde. Varlık nedeniniz sabahın olmamasını savunmak da olabilir, inanın önemi yok bunun. Sabah oluyor, işte o kadar. Bir geyiğin ardına düşmüştüm: bacaklarımı tanımama neden olan olay işte budur. Elimde tüfek yoktu gerçi. Hiçbir avda silah kullanmadım ben. Güvendiğim tek silahım gözlerimdi. Karşısına geçip gözlerine bakabilirsem, ardımdan geleceğine inanıyordum. Değil, biliyordum. Benim alevi/Sünni gibi bir sorunsalımın olmaması doğal. Giderek, kendimi bir Osmanlı saymamam da. Tarihimi onlardan ayrı yazmayı çok düşündüm. Sanırım başardım da bunu. Ama nedense birileri çıkıp beni onlara yormakta sakınca görmedi. İlkin epeyce zorlandım onların anladığı anlamda bir ataerkil olmadığımı anlatmakta. Sonra yavaş yavaş kanıksadılar beni. Buna elbette üzüldüm. Çünkü bir deli gömleğiydi kanıksama, bana yakıştırılan. Kanıksanmakta da biraz içerilmek var gibi. Böylece onların ağına düşmüş oluyordum yani. Hâlâ bir kimlik arıyorum sizin anlayacağınız. Yo yo, buyrun oturun. Ben de yeni geldim zaten. Yok canım o kadar da serin değil ortalık. Biraz ıslak, o kadar. Hayır hayır, siz oturun; gül dediniz de...

Genç adam mı? O defteri neden görmek istediğini unuttu. Çünkü fotoğraf defterin yerine geç-mişti. Fotoğraf mı? Soraklamanızı anlıyorum, ama bekleyin lütfen, vaktimiz var daha. Öyle özgün bir şey de değil canım: Güzün önünde bir kalabalık, onların önünde kırlangıç uçuşuyla gülen kumral bir kız. Sözümü kesmeyin lütfen. Kız, göğsünde tutuyor tabancayı, kadının Kuran'ı tuttuğu gibi. Uyur uyanıklık arasında oturuyor sandalyede genç adam. Kül tablasına eriyip yayılmış olan mum, son soluklarını veriyor o bildik kokusuyla. Duvara baksaydı kirli, kocaman bir baş gölgesi görecekti. Başın, pekmez rengi, ucuz cam vazodaki gülün gölgesini kapattığını da. Orada yatak vardı. Daha doğrusu, kızın yattığı yatak oldukça genişti. Kız, düzgün aralıklarla, sağlıklı insan soluyuşlarıyla soluyordu; insanı irkiltecek kadar sağlıklı. İki yamaç da çam ağaçlarıyla kaplıydı.

Yamacın birinin dibinden tozlu bir yol uzanıyordu. Yolun kıyısından, ya da öbür yamacın dibinden dupduru, küpküçük bir dere akıyordu. Bu suyun bu kadar arı, bu kadar saydam olması şaşırtıyor insanı. Bu kadar duruluk! Derenin kıyısı, binlerce tür ağaç ve ağaççık ve çiçekle, kuş ve börtü böcekle donanmıştı. Sonsuz bir var oluş düşlüyorsunuz bir an, sonsuz bir ölüm uykusu. Sıkışıyor yüreğiniz, beyniniz dumura uğruyor. Oradan, dağdan inen patikanın yanında bir su kaynıyordu; parmağınızı iki dakika tutamazdınız içinde. Us, eriyor: Karac'oğlan! Fotoğraftaki mi? Aysel değildi, hayır. Ben de oraya geliyordum zaten.

Düşmana ulanırsa, eski dostlarından öcünü alabileceğini umuyordu. Elbette buna bir ad koymak gereksiz. Böyle durumlar adıyla gelir bildiğiniz gibi. Her şeyi açık açık anlatamadığımı, sanıyorum sezi-yorsunuz. Demek sıkıyorum sizi. Biraz sıkılmak iyidir, öyle mi? Peki, içkilerimizi yenileyelim öyleyse. O, kör bir inanmış olduğundan, yani bilinci ile duyarlığı arasındaki köprüleri sağlam kurmadığından teslim oldu sonunda. Amacım onu yargılamak değil kuşkusuz. Bunları birer saptama sayın lütfen. Ama onun benden alıp götürdükleri de var yani. Yine de yargılamak bir misyon işi. Oysa ben o değilim. Neyse, o gece orayı buldular onun yardımıyla. Dediğim gibi, çoktan kaçmıştım ben. Sonra ne mi oldu ona? Ben olanları değil, olmuş olabilecekleri söylüyorum size. Emdiler içini onun, kuruttular onu. O, kendine ilişkin, onu o yapan ne varsa dışlayarak posalaştı. Kullanılmış ve artık işe yaramaz bir eşyadan başka bir şey değildi o. İçeriği boşaldı, varlığı anlamsızlaştı. O gece vurdular onu ormanın içinde. Ipıssız bir yerde etçillere bırakıp işlerine baktılar.

İnsanlar yavaş yavaş caddelere üşüştü, gözlerindeki kırağıları temizleyerek. Bir şey oldu veya hiçbir şey olmadı. Ama, kirli bir kan gibi şorladı sokaklara bir başka, bambaşka yaşam.

"Anlattıklarının kimseyi ilgilendirmediğini, alay konusu olduğunu, kimsenin seni dinlemediğini ayrımsamadın mı?"

"Kız ne dedi uykusunun arasında biliyor musun? Ne güzel sevgilim, çam kokuyorsun!"

"Çam mı?!"

MUAMMER KARADAŞ

Şubat'87, Ankara

Mart'87, İstanbul

Kasım'98, İstanbul


Yorumlar

İzleyici Neye Bakıyor?