HERHANGİ BİR GÜN

HERHANGİ BİR GÜN

İnce ince kıyılmış yeşil çimenler gibi bir sessizlik çökmüştü odaya. Sessizlik, bütün ayrın-tılara, bütün boşluklara, bütün ırıklara sızmıştı. Elle tutulabilecek kadar somut bir varlıktı sessiz-lik. Bütün yönlerden birden hıçkırıyordu. Ayrımsayana dayanılmaz gelecek bir tırmalayıcılığı var-dı. Dışarıda, bu güney kentinin alışık olmadığı biçimde kuşbaşı kar yağıyordu. Görmeyip du-yumsadığı kara bakmak için iri, kırmızı gül desenli perdeyi araladı. Pencerenin önünde bir süre kaldıktan sonra birden, buğulanmış camdan başka bir şey görmediğini ayrımsadı. Perdeyi bez gibi kullanarak sildi camı. Şimdi daha bir sindirerek izliyordu karı: Döne döne, kutsal bir tören-deymiş gibi büyük bir sessizlik ve huşu içinde gizemle dökülüyordu yere. Hiç ivedisiz, salına salına, yumak yumak iniyordu. Sanki yer, kavuşmak istediği sevgilisiymiş gibi, onda yok olmak, bir pervane gibi kavrulmak son isteğiymiş gibi dokunur dokunmaz eriyordu.
İçinde, yeri ve nedeni tam belirlenemeyen bir sızının yeniden kıpırdadığını duydu. Yıllar-dır zaman zaman huysuzlanan bir bebek gibi taşıyordu içinde bu sızıyı. Böyle anlarda bir yerle-rinden bir şeyler çekilir, belirgin bir boşluk duygusu sanki ikinci bir varlıkmış gibi, soluk alıp ver-meye başlardı içinde. Dayanılmaz ve engellenemez bir duygu boşalmasının ilk belirtileriydi bu durum. Böyle durumlarda sarsıla sarsıla dakikalarca ağladığı olmuştu.
Kaç kez bir ad koymaya çalıştı buna.  Bir ad koyabilsem, biliyorum, kurtulacağım. Adlan-dırabilsem somutlayacağım düşmanı, savaşmam daha kolay olacak onunla. Oysa, görünmeyen bir düşmana karşı savaşmak... Yeniliyorum, evet hep yeniliyorum. Buna bir ad koyamamak da ayrıca yoruyordu onu. Evet, uslanmaz mutsuzluğuna, çıkışsızlığına bedeninin kendince bir tepkisiydi bu.  Ama mutsuzluk bir ad değil ki, olsa olsa bir durum, o kadar! Yani Bay Yazar, bil-giçlik yapmayın; adlandırılan şey tanımlanmıştır değil mi? Tanımlayabilseydim ele geçirir ve üstesinden gelirdim onun. Yani mutsuzluk, onun her tavrını, her edimini, kısaca bütün yaşantı-sını biçimleyen bir olgu. Daha doğrusu, bütün varlığına sinmiş, onu o olarak var eden bir kişilik özelliğiydi.
Kar ayinini sürdürüyordu, küçülmüş ve sıklaşmış olarak. Ortalıktaki kirli ve soğuk beyaz-lıktan günün hangi saatinin yaşandığını kestirmek zordu. Uzaklarda kimi evlerde tek tük ışıklar yanıyorduysa da bundan, akşamın olduğu kanısına varmak doğru olmayabilirdi. Karın altına
uzanmış, birkaç kuru ağaçtan başka üstünde bir şey görünmeyen boş arazi, yüreğindeki sıkışma duygusunu daha da artıyordu. Kızgın çelikten bir çembere sıkışmış gibiydi. Sanki kar, ateş dam-laları biçiminde yüreğine yağıyordu İçindeki ıssızlığı, yoğun ıssızlığı eritiyor, bir ateş seli ola-
rak yayıyordu bütün yüreğine. Soğuk, görünmez bir el dolaştı sırtında . Ürperdi.
Ne bir anımsama, ne bir düş! Ne bir düş... Aşağılarda, belli belirsiz bir siluet olarak görü-nen bir ağaca takıldı gözü. Kar tanecikleri, ağaca yaklaşır yaklaşmaz, sanki ona söyleyecekleri gizli bir şeyleri varmış gibi, ilgiyle bakılmazsa algılanamayacak kadar kısa bir süre çevresinde oyalanıyor, sonra daha da hızlanarak düşüyorlardı. Yoksul ama onurlu bir çocuk gibi, sızlanma-dan dimdik öylece bekliyordu ağaç. Ayaklarının üşümeye başladığını duyumsadı. Pencereden ayrılıp kollarını sallayarak zıpladı bir süre. Durdu. Odadaki yoğunlaşıp katılaşmış sessizliği, ne idüğü belirsiz bir ezgiyi ıslıkla çalarak kırmayı denedi. Beğenmedi. Sustu. Soğuktu oda; epeyce büyük olduğundan gaz sobası ısıtmaya yetmiyordu.
Yere, sobanın önüne oturdu. Yine, açık duran gazetedeki o kadının fotoğrafına kaydı gö-zü ister istemez. Suçlu suçlu, okuduklarını anlamadan çevirdi sayfaları. Beklentisiz, bıkkın. Kalk-tı. Bir süre dolaştı odanın içinde, kararsız. Devinimleri yarı bilinçsiz gibiydi. Beyni çağrışımdan
çağrışıma sıçrıyor; ama çağrışımların ardına düşüp belirginleştirmeye, dizgeleştirmeye çalışmı-yordu hiç. Uğraksız/Dalgın/Bitik. Gereksiz, elini kolunu oynatıyor, ara sıra, bir tehlike söz konu-suymuş gibi gözlerini kırpıştırıyordu. Bir kitap aldı, gelişigüzel çevirdi sayfaları. Bıraktı, başka birini aldı. Öfkeyle fırlattı elinden, başka birini aldı...
Sonunda inadını yenip radyonun düğmesini çevirdi: Hiçbir ses gelmemesine şaşırır gibi oldu bir an. Hoşuna gitti şaşkınlığı: - Demek hâlâ yaşıyorum! Çabuk adımlarla gitti, lambanın düğmesine bastı: Elektrik kesilmişti. Yüz çizgilerinde görülür hiçbir değişiklik olmadı. Sırtını so- baya verip yeniden oturdu. Kendine güvenen devinimlerle, piyanist kadının fotoğrafının bulun-duğu sayfayı yeniden açtı. Az sonra, işte henüz bütünüyle dumura uğramamış bir coşkunun be-denine yayıldığını duyumsadı. Hoşnutluğunu dudaklarından, gözlerinden, seğiren çenesinden in-ce bir gülümseme biçiminde dışa vurdu:  Bu, kekeme duyarlığım benim! Çerçi Amca, al pabuç-larımı; bana az umut tart.
Bir geç kalmışlık duygusu. Geç kalmışlık duygusundan sıyrılır gibi oldu bir an. - Hâlâ bir şeyler yapabilirim belki. Belki daha sona ermemiştir her şey, ha? Bütün kapılar... yani yollar ka-panmamıştır, ne dersin?! Kadının iri iri, ışıl ışıl gözleri, Monaliza'dan biraz daha belirgin gülen gözleri, içindeki pıhtılaşmış karanlığa bir iğne batırmıştı sanki. Bir ışık/Bir yol/Bir çıkış/Bir... Silik de olsa, nereye çıkacağı tam olarak kestirilemese de... Yol da neydi? O yolda yürüyecek birisi ol-madıktan sonra! Parmağını boşluğa doğru sallayarak:  Evet, bir şeyler yapabilirim hâlâ, küçük bir karışıklık çıkarabilirim, akışı tersine... Değil mi? Biraz daha... Eee, biraz daha zaman tanıma-lıyım kendime, diye söylendi. Bir cigara aldı ağzına. Yakmayı unutup kadının gözlerine daldı
yeniden. Çağıran bir şeyler vardı bu gözlerde, ilerde bir yerlerde buluşmayı öneren, hayır kesiş-meyi: . Toprağın karı çektiği gibi mi mi? Mi? la, sol, re, Mi? Kara, sağdan ayrılmış uzun ve dalgalı saçları vardı kadının. Kaşları, şakağına doğru iniyordu. Gergin yüz gergefinde, ince ince dokun-muş, dokunaklı, insanda başka, hep başka bir biçimde yaşama özlemi yaratan bir şeyler gizli gibiydi. Gibi bir ülke, düşsel, etkin ve iç içe. Gibi uçuk, doruklardan ıhlamur kokulu vadilere. Gibi yumak yumak, boylu boyunca ıslak, nariçi, yolculuk grisi.
Ağır devinimlerle, gözlerini kadının portresinden ayırmadan -evet, siyah beyaz- kibrite uzandı. O anda odadaki gizli karanlığın birden yok olduğunu ayrımsadı: Elektrik gelmişti. İstem-dışı kalktı, radyonun düğmesini çevirdi: "Motzart, Figaro'nun Düğünü. I. Perde. 4.,5.,6. Bölümler.
Motzart'ın Şarkıcı Suzanna için yazdığı Figaro'nun Düğünü..." Radyodaki konuşucunun paspal sesinden hoşlanmadıysa da dinleyeceği müzik için gizli bir sevinç duydu., minör bir sevinç: se se se/vinç vinç vinç...
: Müzik? En uzak olduğu alanlardan biriydi. Dinlediği kimi parçalardan tanımsız, doyum-suz tatlar alıyorduysa da bunlar, oldukça sezgiseldi. Bilme’nin getirdiği ince tatlardan epeyce uzaktı. Gazetedeki kadınla arasındaki engellerden, aşılması olası görünmeyen engellerden biri olarak düşündü bunu. Düşünür düşünmez de içindeki bir telin daha "cızz" diye yandığını duyum-sadı. Ağır bir yorgunluk, bitkinlik duygusuyla çöktü sobanın önüne. Cigarasını parmaklarının ara-sına alarak ellerini yüzüne kapadı, dikili duran tek dizinin üstüne kapandı. Öyle kaldı bir süre.
Doğruldu.  Doğruldum. Acı bir ot çiğnemiş gibi buruşmuştu yüzü. Kadına karşı, belli be-lirsiz bir kin dalgası yayıldı içine. Mi? Mi? sol sol la la do do fa fa... Kararlı bir biçimde kalkarak, bir kadınla bir erkeğin sarmaş dolaş olmuş seslerini kesti.  Boğan sessizliğin beni yutmasına izin veremezdim: Bir zamanlar yeri göğü sarsan, gürültücü ve "protest" müziğin önderlerinden bir topluluğun kasetini taktı müzik setine: Odanın içine helikopter sesinden makinalı tarrakalarına, saat cırlamasından bebek ağlamasına kadar bir ses curcunası doldu, ince ve tek kat perdeden i- çeri sızan ışık yok olmuş, onun yerini, 100 Wattlık ampulün çiğ, yapay ışığı doldurmuştu: Majör bir kimsesizlik: Çelikten, küresel, tutamaksız..
) Odanın beyaz badanalı tavanında yer yer gri, kirliyeşil ve kara nem lekeleri görülüyordu. Bir kıyıda duran boş süt, bira, rakı, soda, kanyak şişeleri, köşeleri çizilmiş bir anlam katıyordu odaya. Ucuz müzik setinin sol yanına kitaplar ve dergiler yayılmıştı: Şiirler, romanlar, öyküler,
denemeler, özyaşamöyküleri, mektuplar, eleştiri, inceleme, tarih ve... felsefe ve ekonomi-politik ve... Eski baskılar, yeni baskılar; sayfaları sararmışlar, henüz açılmamışlar, ters duranlar, parça-lanmışlar, sayfaları kıvrılmışlar, sayfalarına not alınmışlar: İç içe ve yoğun yaşamalar, dünyalar: Sürekli arayıp da bulamanın serüvenleri, gidip düşkırıklığıyla geri dönmenin, göze alamayıp yarı yoldan dönmenin, gidip geri dönememenin, yitip gitmenin, soluksuz kalmanın, içerilmenin, boğul-manın... Uzak bir köşede, içerideki hava akımından etkilenen bir örümcek ağı sallanıyordu. ( Cigara paslı bir tat yaydı ağzıma. Acıkmıştı. Bu kanıya vardı. Bir süre daha eylemsiz kalmayı yeğledi oturduğu yerde. Eylemsiz kalayım, diye düşünmeden.  Kalksam, salona çıkmam gere-kiyordu. Salon ise oldukça soğuk-tu odaya göre. İşte, nedense düşündü.
? ? Neydi? Aslında bir yontuydu. Bir yontu olarak, bir umutsuzluk olarak kendini biçimliyor-du. Artık uçamayacağını anlayan, iki kanadı da kırılmış bir kuş gibi.  Nedeni ve varış yeri bilin-meyen böyle bir sancıyı umutsuzluk olarak adlandırmak bir kolaycılıktır Bay Yazar. Uzun, kara bıyıklarını yerken sırtının gereğinden çok ısındığını ayrımsayıp biraz uzaklaştı sobadan. Az son-ra anladı ki, bu uzaklaşma yeterli değil. Öbür yüzü dönmeye başladı kasetin. Birinci yüzün tersi-ne bu yüzde ılık bir şeyler mi vardı, ne?
Kadına bir daha baktı ve açlığını kesin olarak kavradı.  Omzuma epey eprimiş siyah montumu attım. Birkaç kez girip çıktı:  Kahvaltılık bir şeyler hazırlıyordum. Bunları yer yemez, girdiği gömütten başını uzatıp dış dünyaya ilişkin bir şeyler anımsadı-m. Kendine kurduğu bu plastik dünya onu, öbür-başka insanların yaşadığı, yiyip içip çalıştığı, düşler kurup inandığı ( Ne sandınızdı?), varlığını belki son umut ( Veya umar) olarak kimi şans oyunlarına bağladığı, dahası ağlayıp güldüğü (Yaşamda öyle şeyler de vardı!); karmakarışık gibi görünüp tekdüze yaşandığı dışdünyadan yalıtmaya yetmiyordu, yeterince. Yarın! Yarın, yine bir gölge gibi işyeri-ne gidecek, hiç inanmadığı birtakım işlerle uğraşacak ve dizgenin kendine göre bir çarkı olmayı sürdürecekti. - Düğüm. - Kaçınmanın olanağı yoktu bundan. Yoksa var mıydı?  Her neyse, en azından bulamadım ben daha. - Kördüğüm. -
Gazeteyi katlayıp öbür gazetelerin üstüne attı.  Boşluğu doldurmam gerekiyordu. Kirli bardağı yıkadım elim üşüyerek. Sobanın üstünde cızır cızır kaynayan demlikteki tavı çoktan kaç-mış çaydan doldurdum. Usul korkak bir cigara yaktım. Korkak bir kararsızlıkla masanın üstünden kalemi (Korkulacak kadar tehlikeli olan bu nesne, sanki elini yaktı ilkin.) ve Günlük'ümü aldım. Yerleştim sobanın önüne tir tir titreyerek. Dizlerinin üstünde yere eğilip ürkek, cızır cızır yazmaya koyuldu.  Yazdım ki:
17 Ocak
Kararsızım hâlâ. Duyarlığım sürekli kan yitiriyor. .!.. Hiçbir şey başaramamış olmanın getir-diği ter. İçimdeki biri benden daha büyük sanki. 0nu yakalayamıyorum nedense. Küçük bir umut kıvılcımı yanıp sönüp duruyor, çok uzaklardaki bir deniz feneri gibi. Ya yok-sa o! Ya yoksa öyle biri?! İçeriksiz, bomboş kalmaz mıyım, öyle?
/ Umutsuzlukla sarsıldım. Sarsıldı. Titremeye başlayan eli yüzünden sürdüremedi yazma-yı. İçini somutlamak, her şeyi daha elle tutulur bir duruma getirdiği için, çektiği acı iyice derinlere, yok oluşun gerçekleştiği yere doğru itiyordu onu. Uzun süredir şiirden korkmamın, onu düşün- mekten bile kaçınmamın (Bana bak Sayın Kahraman, şairsen şairsin, ikide bir işime burnunu sokup durma! Bırak da şu öyküyü istediğim gibi yazayım ha!) ... ne diyorduk, kaçınmasının asıl nedeni belki de buydu: Belirginliğin ürküntüsü. Ya da kendi deyişiyle, "duyarlığının kan yitirmesi" de, onun tam olarak ayrımında olmadığı bir nedendi şiirden uzak kalmasına, kaçınmasına. Aslın-da korkuyordu bu tür çözümlemelerden.  Evet, korkuyordum. Çünkü, direnmesinin boşunalığı, dolayısıyla yakıcı umarsızlığını seziyordu. Bir daha çözülmemecesine karışmış bir yumak ipin içinde yitmek üzereydi. Günlük mü? Belki, belki bir ipucu olur umuduyla sarılmıştı-m ona. Olabilir mi, olamaz mı.??/
Dizleri yorulmuştu. Kalktı dizlerini ovdu. Günlük'ünü aldı. Karmakarışık masaya geçti. Günlük'e yer açtı. Masanın altından ayaklarını sonra da bacaklarını ısıran bir soğuk dalgası gel-di. Umurumda değil. Umursamadı;
Aramak, bir insan olarak aramak... Yetinmenin gizini bir çözebilsem! Daha uyarlı ola-cağım belki. Peki, aradığım ne? Yetinmek! Niçin? Uyarlı olsam... Niçin arıyorum? Bir tutkalsı boşluk, duyabiliyorum...
Kapının zili kesintisiz çalmaya başladı. Odadaki gergin sessizliği, birden sıçrayıp yüzü kül gibi olduğunda ayrımsadı. Anlamsız bir tedirginlikle ve hızlı adımlarla kapıyı açmaya koştu: Sefil bir kız çocuğu duruyordu karşısında. .  Çarpıldı sandığım yüzümün utancını yaşarken ben, kız
avcunu açmış anlamadığım bir şeyler söylüyordu. Sertçe kapadı yüzüne kapıyı.  Böyle mi yap-tım gerçekten? Kendine egemen değildi. Bir sinir krizine tutulmuş gibi, anlamsız bir şeyler mırıl-danarak masaya döndü. Utancı öfkeyi, korkuyu ( Niçin?), daha birçok karmaşık duyguyu bir arada yaşıyor-du.
Kalktı, amaçsız dolaştı odanın içinde. Küllükte unuttuğu cigaranın dumanı helezonik bir biçimde ağıyor, tavanda bir yerde ilginç bir bulutçuk oluşturuyordu. Eline geçen ilk kaseti kaset-çalara yerleştirdi ve unuttu. Öbür gazetelerin üstünden piyanist kadının fotoğrafının bulunduğu gazeteyi aldım (Bak sen şu işe?). Baktım, baktım... Baktı, büyük bir şaşkınlık içinde kadının bütün sıradanlığını gördü. Canım sıkıldı. Canı sıkıldı, çok. Kaç gündür kurduğu ateşten ( ya da buzdan) düşlerinin de sonu demekti bu: Solminör--- Kendini tutamadı. Fotoğrafın üstüne bir iki - evet, işte bu kadar - damla yaş düştü gözlerinden. Birdenbire, ayrımına varamadan sonsuz bir dinginliğe gömüldü. Hiçbir şey yoktu artık: anlam veya anlamsızlık, açmaz veya çözüm, yorgun-luk veya erinç, umut veya... Boş bir kalıp gibi masanın yanında duran yatağa yığıldı. Ken-diliğinden kapandı gözleri-m.  Bay Yazar, Bay Yazar, ben düş görmeyi sevmem, sevmem, sev...
Korkunç bir insan kalabalığının ortasında iri, çok iri bir bokböceği yürüyordu. Hepsi de aynı yöne doğru ilerleyen bu insanlar, havaya kalkmış sağ ellerinde koca koca çiçekli dallar taşı-yorlardı. Hepsi de çırılçıplaktı. İlerleyen, sürekli ilerleyen bu insanlara ayak uyduramıyordu bok-
böceği. Üstelik, bu bir görevmiş gibi, ertelenemez ve ölümcül bir görevmiş gibi hiç atlamadan, yanından geçen herkes bir tekme atıyordu böceğe. Ama, hiçbir acı duymuyordu o. İnatla onlarla birlikte yürümeye çalışıyordu. Dupduru, masmavi olan gökten birdenbire yumurta büyüklüğünde dolu yağmaya başladı. Bütün insanlar ansızın yok oldu. Sanki yer yarılmış içine çekmiş gibi. Her yanı çürükler, morluklar içinde burnundan kanlar akarak yürüyordu bir adam hâlâ. Tek başına. Görünmez bir dikenli tele takılıp düştü. Büyük bir su akıntısı alıp götürdü onu aşağılara. Umut-suzca yukarı doğru tırmanıyor, biraz yol alır almaz birtakım eller, yeniden çekiyordu aşağıya. Yorulmadan, bıkmadan o çıkıyor, öbürleri çekiyordu. O çıkıyor, öbürleri çekiyordu... Gücü tüke-nip de en dibe düştüğünde, beyninde bir yılanın kımıldadığını, kafatasını zorlayarak dışarı çıkmaya çalıştığını duyumsadı. Elini kafasının içine soktu, yılanı tuttuğu gibi dışarı çıkardı
büyük bir özenle boğdu. Bir vitrinde yansısını gördü. Zangır zangır titremeye başladı şaşkınlık-tan: Bu bir insandı, sıradan ve kendine benzeyen. Vitrinde kendini izlerken bir kadının varlığını duyumsadı arkasında. İyice eğilip baktı vitrindeki gölgeye: Bir hıçkırık gibi gülümseyen, emen, ısıran, boğan... Bu O'ydu!
... Uyandı. Üşümüştü.  Yatağın içine girip girmemekte duraksadım. Hayır girmedim. Uykum yok-tu. Odanın içi buz kesmiş. Son birkaç damla gazı koydu sobanın deposuna. Yüzümü yıkadım soğuk suyla. Aynaya baktı-m; gülümse-di. Hayır, gülümsemedim! Parmağını tehdit eder gibi salladı aynaya doğru:  Sen ağır bir yüksün sana ve sen seni taşıyabilecek güçten yoksun-sun. Bir bölümünden kurtulmak zorundasın bu yükün, kurtulmak zorundasın. Ah! Gidecekti, cay-dı, döndü yeniden konuşmaya başladı. Cepheden saldırıyordu şimdi: - Ya bu senin üstünü çize-ceksin ya da... Kendine hayır demek, söyle bana, neye evet demektir ha? Haydi söyle bana! Omuzları düştü, kolları sarktı, yüzü buruştu, dizleri sallanmaya başladı. Kendini son anda yakaladı.
Masaya geldiğinde yaptığı yaramazlıktan hoşnut bir çocuk gibiydi.  Aslında kimse kendin-den büyük değildir, hiç kimse. Kendini bulabiliyorsa. Ben, ben miyim peki? Bu ben, asıl-gerçek ben miyim? Hiçbir insan kendinden kaçamaz. Kendine de bütünüyle yaklaşamaz ya! Gerçek: Hiç kimse tam kendisi olamaz. Belki Bay yazar, belki olabilir de, buna zamanı, yani ömrü
yetmez. Aramakla geçen bir...
Lambanın kötürümleşen ışığından sabahın olduğunu anladı. Perdeyi aralayıp dışarı baktı: İtici bir devinimsizlik! Kar? Tutmamış-tı. Sis mi? Bir düşyığın gibi ağıyor-du göğe. Tanın yarı aydınlığında ağaçlar: Göğe kollarını açmış dervişler gibi.  Dur dur! Dönüyorlar mı ne?!
! Günlük!: Ayrımsamak, olmazı istemek, bir anlamda tamben'i elegeçirmek gibi bir serü-vene başlangıç olabilir. Açmaz, insanın doğasına aykırı. Açmaz, açarı görememe durumu. Bunaltı?! Kendimden başka kendim aramak: Savurganlık! Tuu, ne kadar bilgiççe bütün bunlar! Ben kendimin hapishanesi!
Tüpte su ısıttı. Plastik leğende saçını yıkadı. Tıraş oldum. Yine su kaynattı: çay için. Bun-ları, "Şunu yap!" demeden yapıyordu-m kendime. Kahvaltı-. Aydınlık, bütünüyle egemen artık. Yüzü-m yandı kolonyadan. (Yeteeeer! Çek elini öykümden, çeek!!!) Kravatını bağladı. Bond çantasını aldı. Tıkır tıkır indi merdivenleri. Aşağıda, posta kutusunda bir mektup buldu: İngi-
lizce yazılmış. Hemen orada coşkusuz ve bir umuda kapılmadan okudum (Tanrırn!), okudu:
Sayın Bay,
Uluslararası, Otuz Yaşını Aşmamış Gerçekçi Genç Şairler Ödülü için Komitemize yolladığınız kitabınızın öndeğerlendirmesi aşağıdadır:
İmgeler, tutarlı, yerli yerinde ve yoğun. Dizeler, matematiksel ve milimetrik bir biçimde işlenmiş. Hiçbir şiirde acemilik görülmüyor. Hepsinin de titiz bir çalışmanın, geniş ve yetkin bir donanımın ürünü olduğu belli. Ancak, şiirlerdeki salt kurgusallık, yaşantıdan kopukluk şiirlere
bir içtensizlik havası vermekte ve "gerçekçi"liği konusunda okuru kuşkuya düşürmektedir. Bu yüzden ödülümüzün amacına uygun düşmemektedir.
Sayın Bay, Ödülümüze gösterdiğiniz ilgiye teşekkür eder, başarılar dileriz.

Ödül Komitesi Başkanı
George Peterson

Mart’88, Diyarbakır
Muammer KARADAŞ

Yorumlar

İzleyici Neye Bakıyor?