BÜTÜN ZAMANLARIN YABANCISI

I. BEN ÜMMİ

Beynimi tırmalayıp duruyor kara kara sorular, kara göğün altında;

içim düşmanlık dolu.

Bir mermi çekirdeği gibi dolanıyorum zamanlar arasında,

sırtımda yumurta küfesi.

İnanmadığıma nasıl inandırsam: Cılkı çıkmış tarih soruları,

cılkı çıkmış tarih sorularına üşüşen karasinekler ve

yitik bir sarkaç gibi zamanlar arasında savrulup durduğum

ve hiçbir zaman'da sinecek, sinip dinlenecek bir köşe

bulamadığım; her zaman'ın dilime cıvık çamur gibi sıvaştığı.

Yeniden yeniden doğurdu beni daha çok öldürmek için;

artık bir posayım.

Kimi inandırayım: Erimiş, kızgın kurşunlarla kalıbımı çıkardı,

üstüne titrediğim her zaman parçası; gevrek gülüşlü

piçi yaptı beni acının. Derin kuyulara sarkıttı sonra, dilimi çözmek için.

Yoksa o yok muydu, yok muydum ben?

Hiç gün ışığı görmemiş elma kurdu geçmişi ve geleceği an'da

yaşayan; dişi ve erkek ve salt gibi. Bütün zamanların cürufuyum,

ne atım kaldı ne düşüm; kül gibi geçinip gidiyorum: Obasını

yitirmiş bir Çingene çocuğu nasıl kanarsa... İçim düşmanlık dolu.

Bütün gebe kadınlar düşük yapsa, veliahtsız kalsa zamanın krallığı;

uykunuza sürse atını Napolyon! Birden unutsanız adınızı

ilmühaber doldururken!

Obasını yitirmiş bir Çingene çocuğu nasıl kanarsa, gölgesi

uzarken elma ağaçlarının.

Ben bir yenilgiler ansiklopedisiyim ve rüzgârın piçi; var ya, içim

düşmanlık dolu.

Ben büyük korkunuzun bekçisiyim Nemrut'un sulbünden;

ağulamaya geldim bütün iyi sandığınız duygularınızı ve

umutlarınızı elbet. Ben Yezit'in, zulmün, cehennemin üstünüze

düşen gölgesi: Yitik Mehdi...

Ben ümmi.

II. BEN GÖĞ

Her zaman'ın bir bakışı vardır, siner üstünüze; ne yapsanız

yararsız.

Negatifi yok ki zaman'ın, istesem de çoğaltmam. Pegasus'un

sırtında nerede arasam onu?

Her zaman'ın duruşu edilgin bir parşömen; satır satır ezberlenip

sayfa sayfa yakılıyor: Ben okunamayan satır aralarıyım.

Böyle yazılıyor suçun tarihi, gri tarih; kimse dönüp bakmıyor

bir daha. Baksa yanılıp da kirlenip evcilleşiyor ve başlıyor

mutlak acı, geçişsiz ve sonsuz.

Bu bakışsızlığımı nasıl anlatsam, sadece olmamaklarda olduğumu;

yamalı ve yağlı bir tül gibi sıyırdığımı zamanı üstümden ve onu

taammüden katleden bir cani olduğumu ve erkine geçici olarak

el koyduğumu bir 'şey' olarak, barbar bir işgâlci olarak.

Suçlu değilim ben, suçun ta kendisiyim; haydi düşürün maskemi,

tadın mundar etimi. Sözünüz geçer mi yani kendinize?

Benim yurdum bir 'hiç'tir, koca bir hiç; bilinçsiz ve dalgın

dalgaların durup durup ele geçirdiği.

Ben göğ.

III. BEN YURTSUZ

Kalk gidelim atım harap haneden; konalım göçelim, konalım

göçelim ille.

Buğulu aynalarla, sağır duvarlarla düet yapan bir şiir bu;

karanlığa kalmamak için indiğim konak yeri, bir cesaret özürlü

olarak.

Alnımda eciş bücüş yazılar; bir'in ben cücede belirmesi.

Diz çöktüm, tütsü yaktım; bağdaş kurdum, tılsım kokladım ve

işte düş içinde düş kurdum: Öteki oldu ben.

Tam zamanında çaldı öncesizden kurulmuş saat, tam da

şakağıma patlarken köhne bir av tüfeği.

Uzun tiradına son noktayı koyar şimdi çıngıraklı gün; çınlayıp

durur tarihin kanlı, karanlık sayfalarında zerrelerim.

Gölgeler uzar birden, uygun bir çatı seçer kendine baykuş; durur

günebakanların içerlek, anlamsız devinimleri; yansı aslının yerine

geçer, tahtına oturur yüce sanrı.

Bıkmam, yine yeni bir yapı kurarım ben çerden çöpten, umuda

ıslık çalarım gizlice; baykuşlar durmaksızın çatı değiştirir.

İnsanlar anlaşıldı, cihanın da sırrı yok: Herkes her şeyi biliyor,

benim yaralı dilime tuz basılı. Benim çerden çöpten evim,

yarasalar asılı.

Ben yurtsuz.



IV. BEN YOKUŞ

Bir imgenin üvey oğluyum ben, imgenin silik imgesi; komşusu

yok'un.

Ya da bir kuşluk vakti Tuba ağacından derdim kendimi,

budunlara yabancı mıydım neydim?

Anamın rahmine soktum kolumu, ölü doğurdum kendimi.

Soğuktu zırıl zırıl terliyordum; trafik sıkışmıştı, bir yüzyıl

öncesini gösteriyordu bilgisayarlar; usumu ele geçiren

virüs silmişti beni.

Bütün kutsal kitaplar yok olmuştu birden: Ahd-i Atik,

Ahd-i Cedit, Kur'an, Devlet, Güneş Ülkesi, Ütopya,

Yeni Atlantis, Kızıl Elma, Kapital... ve bunların tersten

yazılmışları lanetlilerce.

Ben düşülkemi yitirmiştim ve artık epeyce kül'düm.

Ben iks.

Bir diyeceğim yok, yiten yitmiştir; biz sinekkaydı tıraş olalım.

Bir imgeye sığmıştır milyon kere milyon ömür. Ne deniz

yeniden başlar ne dağ ne de...

Kaydı tutulmamış ne çok acı var, ne çok!

Şarap deryasının, izmarit dağlarının ardından güneş doğmuyor

artık. 'Geyikli 'Gece' sonsuza dek yitti ya da olmadı hiç.

Keşke tersinden okusaydık her şeyi ya da dil bilmeseydik hiç.

Çağlayanlarda bir cennet düşü gibi yıkanmasaydı iki ten ya da

cin lambadan çıkmasaydı hiç.

Sabahlara kadar patlamış mısır yiyip masallar dinlemeseydik,

dolu bardağı boşa doldurmasaydık hiç.

İki kere ikinin dört ettiğini öğretmeselerdi bize; ırmakların ne

pahasına olursa olsun denizlere katıştığını; denizlerin de buhar

olup uçtuğunu. Bir ırmakta iki kez yıkanılamayacağını

öğretmeselerdi hiç, iki noktanın asla bir düzlem oluşturmayacağını.

Çıkışın iniş demek olduğunu, en zor tırmanışın insanın kendine

yaptığı tırmanış olduğunu anlatsalardı bir punduna getirip.

Yine de bilmeseydik biz artıyla eksiyi çarpmayı, bir başkasıyla

tanımlamayı kendimizi.

Koku ne bilmeseydik, tat ne; olmasaydık hiç, var olmasaydık.

Yoktan yonga çıkarmayı göze alabilseydik keşke, karda

çırılçıplak sevişmeyi bir de.

Bir kılıçtaki parıltı olsaydık salt, kılıç bir ağaçkakanın gagası

olsaydı. 'Geyikli Gece' ülkemiz, ağaçkakan kralımız olsaydı.

Bir koşunun en terli yerinde, 'zaman doldu' deselerdi, zaman

doldu, uyandı Babilliler, üstelik çoktan yapıldı Kadeş Barışı.

Ama parayı bulan Lidya yıkıldı önce, benim sevgili abim

Hammurabi henüz doğmamıştı.

Keşke biz de olmasaydık ah, olmasaydık hiç. Yerçekimi

olmasaydı, evrim ve görecelik, büyük patlama olmasaydı hiç.

Şunlar da olmasaydı: Piramitler, İskenderiye Feneri, İnka ve

Maya Uygarlıkları, İliada ve Odysseia, Şehname ve Hafız

Divanı, Ayasofya ve Selimiye, Sihirli Flüt, Dört Mevsim,

Dokuzuncu Senfoni, Ayçiçekleri, Guernica, Tanrısal Güldürü,

Maldororun Şarkıları, Sarhoş Gemi, Elsa'nın Gözleri, Faust, Böyle

Buyurdu Zerdüşt, Donkişot, 20 Aşk Şiiri ve Bir Umutsuz Şarkı,

Saman Sarısı, Memleketimden İnsan Manzaraları İskenderiye

Dörtlüsü, Hamlet, Ulyses...

Nuh o gemiyi yapmasaydı, Musa Sina'ya çıkmasaydı, Muhammet

Burak'a binmeseydi, İsa doğmasaydı, Süleyman Belkıs'a kur yapmasaydı,

İsmail o acıyı çekmeseydi, kızları karşısında umarsız kalmasaydı Lut;

Şeytan yüreğine gömseydi isyanını. Şehrazat bin bir yalan söylemeseydi;

Havva - tanrının en güzel nü'sü - cehennem değil cennet meyvesi olsaydı;

Zeus, atalarına eyvallah etseydi; oturduğu yerde otursaydı Gılgamış, Enkudu'yla

güzel bir ev kiralayıp; hırsızlık yapmasaydı Prometheus...

Şurada dört kol poker çeviseydik Caligula'nın atı (sahi neydi adı?), Pandora,

Khaos ve ben. Neronla Homeros erkete. En büyük blöfünü çekseydi Khaos,

karşısında tutunamasaydık hiçbirimiz. Tırnaklarını yiyerek kahkahalarla

alkışlasaydı onu Marx, zaman krallığının Nizamülmülk'ü.

Tepemizde ebabiller, ibisler, simurglar uçuşsaydı; keşke hep birlikte aynı

ırmakta yıkanabilseydik, varsız varlığımızı varlığına aktararak.

Ben yokuş.

V. BEN HİÇ

Her zaman'ı kemiren tırtıllar vardır; o yüzden ölü kurtçuk

kokar her zaman.

Var'ın göbek adı yok'tur; o yüzden ölü kokar zaman, yok'tur.

Neresinden gidilirse gidilsin varılan aynı noktadır çemberde,

yok'tur.

(Doksan dokuz sıfatı var; ama bir adı yok tanrının!)

Ulu sessizliğin, büyük karanlığın, çılgın hiç'in yüzüncü sıfatı,

yok'tur.

Hiç, tanımsız biçimdir anlamı kendinde; hiç, en güzel ve en zor

olan ve en seyrek rastlanandır; hiç, içine girdiği kabın biçimi,

beni içeren karadelik. Hiç, her tanımın ta kendisi; yani tanımsızdır.

Hiç, sonrasız büyük karanlıktır; kutsal betim, biz onu oluşturan

yıkılmış tabu.

Hiç sicili temiz olandır: görülmemiş, tanınmamış, bilinmemiş.

Benim abdal dervişim, gün ışığım, sufim, karanlığım, yokuş yolum,

ping pong topum, içinde yıkandığım kadınım, meyveli bir ağaç gibi

gerektiğinde taşladığım; benim yorum bilmez, dile gelmezim; her

şeyim benim bu şiirde işin ne: Hiç.

Ben hiç.

VI. BEN ESRİK

Herkes göçebe, evet, cesedine göçebe.

İnanmadığıma nasıl inandırayım sizi; yok'a, hiç'e, ben'e?

Ben kendi cesedimi çiğneyerek ulaşabilir miyim kendime, kendi

cesedimi çiğnemeden ulaşabilir miyim?

Ah o yuvarlak masa toplantıları, o işgüzarlıklar, tarihin kanlı

karanlık sayfalarına karar veren. Tespihi koparıp koparıp yeniden

toplama çabaları. Ben bir inançsızım!

Ah betim ustaları! Size nasıl hayranım bilseniz...

Koşan, koşan, hep koşan dili dışarıda. 'Geyikli Gece'den,

ağaçkakandan habersiz; kokusuz, tatsız, tınısız;

bayağı bir su gibi; bir mumya gibi etinizin tadından habersiz;

ama yorgun argın tavus kuşları gibi.

Ben bir inançsızım, içim düşmanlık dolu.

Sizi nasıl inandırayım, siyah mürekkep gibi gölgelere bırakarak

gölgelerimizle birlikte yok olduğumuza.

Ah, her şey sıradan bir su gibi: sirkede, turşuda, rakıda!

Ben esrik.

VII. BEN TANIK

Evet inanırım deri değiştirmeye; çünkü acıya inanırım.
Katıya, sıvıya, gaza; üçün ardından dördün geleceğine.
Yaban arılarının varlığına, Leyla’nın ihanetine, mevsimi

geldiğinde göç etmek gerektiğine, suyun tersine akmayacağına

inanırım.
Evet inanırım çini ustalığına, zulmün kendini onarma gücüne,

maddenin korunumuna, çürüyen elmanın kütür kütür elmalara

gebe olduğuna.
Yaşamın bir şezlong gibi bakışımlı olmadığına inanırım,
suyun kaldırma gücüne, harlanmayan ateşin söneceğine,

bülbülün güle asla kavuşamayacağına ve nilüfere.
Hiçbirinden vazgeçemesem de inanırın uranyumun, sülfürik

asidin, arseniğin, nitrogliserinin, nikotinin, baz morfinin,

alkolün ve aşkın zararlarına.
Siyah kadifeden gecelere inanırım umut sızdırmayan,
her aşktan sonra yaşanan şiddetli soğuk algınlığına inanırım

ve hiçbir insanın güvenli bir yurt olmadığına.
Paranın alım gücüne de inanırım, devletin yıkma gücüne de;

ben eskiden beri eşkıyaya inanırım.
Evet, inanırım ben’in ben’den başkası olmadığına, ben’in ben

olmadığına inandığım gibi.
Suça, sokağa, karanfile inanırım; gri karanlığa iğne

batırılamayacağına, batırılırsa düzenin şarrr diye akıp

gideceğine inanırım. Baharda insanın tazelendiğine inanırım,

yolların gizemine, suyun inandırıcılığına, ötelere, DNA’nın

kutsallığına, bir kadeh buzlu rakıya, intihara, şuna buna.
Ben en çok, insanın yazgısını, bakış açısını ve sınırını bir

kadınların çizdiğine inanırım.
Ben tanık.

VIII. BEN BAKIŞIM

Bir uzlaşmaz olduğumu neden inandırayım sizi, kırk yaşında hâlâ

kendimle bile uzlaşamadığıma, sirenlerin tanıklığında?

Yoğurdu üflemeyi hâlâ öğrenemediğime, her yenilginin yeni titrler

taktığına ve ortalıkta hâlâ afur tafurla gezişimin nedeninin bu

olduğuna.

Kimi zaman sarısabır otuyum, kimi zaman simsiyahla al takke ver

külah. Kıpkırmızıya kurduğum da olur otağımı köpürtülmüş

yenilgilerden sonra.

Yolunu şaşırmış bir gülüş kalıntısı gibi çıkarım ortaya kimi zaman,

yolunu şaşırmış bir kızın dudaklarının kıyısında: Simgesel bir

köprüyüm dişiyle erkek arasında.

Sen yaygını geniş sermişsin güneş sofrasına, benim nasibim yok

üçten beşten, ah kavaklar kavaklar!

Bak hâlâ çoban köpeğiyim usumun, yağlı çamurlara düşmüş,

geçmişe geleceğe menteşeli usumun; kazmayı, kırmayı, yırtmayı

bilen; çizgiyi, çemberi, yoğurmayı, seyrekleştirmeyi bilen usumun...

Neden hâlâ çoban köpeğiyim usumun?

Suçiçeğine, nergise, adamotuna, upuzun tünellere, yanmaya, yankıya,

aka karaya, kavşaklara, kavuşmalara, gidiş dönüşlere, giriş çıkışlara,

yolluya yolsuza, ipsize sapsıza yani şuna buna neden inandırayım sizi?

Sararmış bir kâğıt parçasındaki gizli bir harita gibi çıkarım ortaya

bir gün.

Dudaklarınız uçuklar, sütünüz kesilir, dönmez olur ağzınızda diliniz,

yanlışlıkla bir vahaya düşünce yolunuz.

Ben bakışım.

IX. BEN AYIRTI

Telgraf çağı çoktan bitmişti, telefonda aldım ölüm haberimi;

hangi zamandan kim aramıştı bilmiyorum. "Ben hiç doğma-
mıştım ki!" dedim, umursamadan; sanırım kimsecikler duymadı
beni.

Gece gibi bir geceydi, ay gibi bir ay doğmuştu kadın gibi bir
kadınla sevişiyordum.

Zamanlar arasında kurulan sanal ağdan hâlâ haberim yoktu
benim, şaşkınlığım bundandı.

Karşımda hâlâ yel değirmenleri görüyordum ben, şifreli mektup-
larla yeraltına asker topluyordum.

Her yer hâlâ kirliydi çünkü: ekmekler, gülüşler, gökyüzü, su ve
sevgilimin dudakları.

Ben hâlâ çıra ışığında mağara duvarlarına resimler yapıyordum,
nerden bilecektim düşmanla yapılan sanal anlaşmayı.
Ben hala kandil ışığında turşuyla rakı içiyordum atımı gül dalına
bağlayıp; On Binlerin Dönüşü'nü, Şehname'yi okuyordum
rüzgâra karşı.

Zalimin zulmü varsa bizim de dağlarımız var, diye türküler
ırlıyordum kendime cesaret vermek için.
Şıra yapıp şarap mayalıyordum Şirin'e olan duygularımı, dönül-
mez akşamın ufkunda kadeh tokuşturmak için Mevlana'yla.
Akşam, yine akşam, yine akşam; şimdi her şey yabancı bana ne
yana baksam.

Sinecek, sinip dinlenecek bir köşe arıyorum zamanda kendime,
bir tüberküloz mikrobu olarak.
Ben ayırtı.

X. BEN GERGİN

Yola oldum, döndüm.

Bir punduna getirip kırdım kibrimi.

Soğuk etaminlere sıcak içerikler gizliyorum.

Ayazda yüreğim, ne ötede ne beride.

Kendi erkim altında mim inim inliyorum.

Ah, nasıl da özlüyorum su zamanlarımı?

Doğum biçiminden, tansıklarından, çarmıhından sıkılan

İsa gibiyim.

Var ya, satarım istersem bir kadeh buzlu rakıya bütün geleceği.

Geçmiş mi? Siz onu alın da soğuk kompres yapın ateşlen-

diğinizde.

Yola girdim, çıktım cismimin dışına; ah, benim geleceğim

çamurlarda!

Soy soyladım, boy boyladım; afişe çıkardım kendimi inadına.

Tırnaklarımı geçirdim hayata, kirli tırnaklarımı, inadına.

Yine de içimde bir kuşku!... Sizin yok felsefenize nasıl inanayım;

inadına inandım.

Derler ki, doğarken urganımı yanımda getirmişim ben. Varlığıma

işte bu yüzden katlanıyorum hâlâ.

Ben gergin.

XI. BEN ÇOĞUL

Ben bu adanın tek sahibiyim,
ara sıra uğrayanlar yok değil.
Mutlak karanfil uygarlığım geçmişe de
geleceğe de ayarlı değil.
Elimdedir kirlenmiş sicilimi temizlemek
Cengiz Han veya Yavuz Selim olarak.
İstersem uymam verdiğim buyruklara
uymamak elde değil.
Uyur uyanık şiirle döktürürüm,
tek okuru ben.
En büyük tiyatro oyuncusuyum,
tek izleyicisi ben.
Ne acımasız bir sevgilim var bilseniz: ben.
Tek tanrıyım ben, tek kulu ben.
Bağırır bağırırım da çığlıklarım içime dolar, duymaz ben.
Zaman dışı bu adanın tek sakiniyim ben,
Yıkılası bu uygarlığın en yiğit devrimcisi
ben.

Ben çoğul.

XII. BEN KÖROĞLU

Ben gidersem neyim kalır, yarım; şimdi ben zil zurna tam ayarım.

Aslında unutmadım trapezde kahve pişirip korkuyu

höpürdettiğim günlerimi; her yer karanlık ve fonda Hamiyet

Yüceses.

Kendimi sugeçirmez bir kıza mayaladığım ve kendimi ince

eleklerde sınadığım.

Kurak dilimi Karadeniz'in doğurgan öfkesiyle besleyip alkollü

soluğumu sigara ateşleriyle harladığım.

Her günü yenik ve yaralı bir asker gibi kapadığım o Van Gogh

günlerimi.

Bir ağaçta bir nar biter, kimdir bekleyeni; nar kendi kendini yer,

günlerimi.

Beni yeşil bir erik gibi ısırdınız da alacanız göründü, o alev alev

Dostoyevski günlerimi.

Karacadağ'da kara kar biriktirdiğim, dosta düşmana yağdığım

günlerimi unutmadım.

Benim o günlerim sıcak asfalt kokar, kaya tuzu kokar, gerdek

gecesi kokar.

Benim o günlerim şahin günlerim, yok günlerim, hep şimdiye

çivili: ahlat ağacı, badem ağacı, yabaneriğı.

Benim o günlerime değme yiğidin dili dönmez, atımı sarp

kayalıklarda eğlediğim.

Ben Köroğlu.

XIII. BEN KARALTI

İster miydim uçkurumu çözüp ya da ellenmesini yüreğimin?

Ay bu gece Dünya'ya en yakın ve Yay Burcu cesedini

dolaştırıyor bir Mısırlının savaş arabasıyla.

Yüreğimdeki kızılordu püskürtüyor Nazileri ve ben hâlâ

bilmiyorum hangisiyim.

Ah bu kamaştıran düş! Bir damlanın belleği olmalıydım ben hep

biriktiren ve kendinden taşan. İçim düşmanlık dolu.

Artık demir almak günü gelmişse zamandan, bir çocuğun soluk

soluğa getirdiği bir haber gibi sorulmalı bütün sorular, terlere

börterek.

Bir cam işçisinin bir anlık dalgınlığı gibi olmalı incinmiş bir

sevgilinin gönlünü almak veya bir yıldız kayması gibi.

Hayır yüksünmedim, köpeklerin önüne leş atar gibi attım işte

yüreğimi önünüze.

Öldü sansanız da Pan'ı o hâlâ yürür asfalt ovalarda abdal; bu

kadar güzel kız bu kadar sayrı yüreğe neden ateş salar?

Bulanık göle ağ atmayı, yoğun siste araba kullanmayı sever o.

N'olur bağışlamayın beni.

Barış dilemiyorum sizden; bu plastik zaman sizin olsun, haydi

kırçın beni.

Şunu bilin ki, benim de bir dilim vardı doğduğumda sizi zaman

zaman panikleten. Önce dilimi yitirdim, sonra resmi tarihlerden

silindi adım.

Ben karaltı.

XIV. BEN KAPKARA

Bütün çizgilerim birden derinleşti bu anaforda. Acının haritası

gibiyim şimdi, egemen rengim siyah.

Sivil bir karanlığım ben gerektikçe gerekmedikçe, bütün ayıp-

larınızı örten.

Uçurum diplerinde yenilgileriyle övünen bir kara tarih kişisiyim. Bir

yanardağın dibinde suyun alınganlığı.

Geçmişi gözlemekten yorulmuş bir falcıyım; ölümü aklımda bir

mıh gibi taşıyorum.

Ben bir ırz düşmanıyım Penelope, yüzünde göz izi var.

Bir yanardağın eteklerinde seni nasıl istiyorum şimdi, bilsen;

kanımı ısırgan dolamış gibi Penelope. Ah çağlar arası kölem
benim!

Havva'nın ilk kocasıyım Penelope, ben doğurttum İsa'yı. Leyla
tükürüp kara yazgısına benimle aldattı Mecnun'u.
Ben bir ırz düşmanıyım Penelope, arsız bir sarmaşık gibi ilk önüne
gelene sarılan.

Aslı bana verdi kızlığını, Ferhat elmas yontar gibi uygun bir söz bi-
çimlerken.

Sözdür elbet mülkün ve rüzgârın gerçek sahibi; Ferhat da
Mecnun da bu uğurda kendinden geçti.
Ama Penelope, ben acının zaman haritası gibiyim, bütün
renklerimde sen varsın. Sanki anam senin için doğurmuş beni,
anasonlara beledi, aşka yorumladıysa senin için.
Ah Penelope, ah! Ben kaç kez bulmuş da yitirmişim. Yüreğim-
deki yaşlı yolcu sende bendeki beni bulur, bulsa bulsa.
Ben kapkara.

XV. BEN KÖSNÜ

Sıkı dokunmuş bir yaşam bu çınar yapraklarının ayasına, yıldızsız

bir geceye resmedilmiş ve söze.

Tuhaf, çok tuhaf bir tarih iğretilemesi yeryüzünden gördüğüm

yakınlık, bir dize.

Hititli bir subay ne arıyor bende gözlerini iri iri açarak? Doğu'nun

yiğit sesi değilim ki ben! Gize.

Haydi bir türkü çıkaralım buradan, ağzı var dili yok: Cünüptür

Narkissos kendisiyle sevişmekten acı kirecin suya değmesi gibi,

öze.

Benim ispirto uygarlığım böyle başlar modern zamanlarda;

Ortadoğu, Küçükasya, İonya: Ne kadar rezil of ursak o kadar iyi; artık

dönseniz e!

Bir düşü alkolde boğmak, kendi sınırında nöbetçi olmak, tutmak

bir erkek olmak en olmaz saatlerde.

En yasasız, en kanlı, en sivil diktatör; kendinden soyunmuş tanrı:

Kösnü.

İnsan bedenine kızıl kanatlarıyla pike yapan bir kartal Babil'in

asma bahçelerinde, kim bilir ne bulduğu.

Hiçbir kaba sığmıyor, hiçbir tuzlu suyla giderilemiyor, herkesin

herkesten umduğu.

Hiçbir kalem yazmadı, asla dile getirilemedi; yaşanamadı, yaşa-

namayacak olup olduğu.

Sırlar kitabından bir masal ki hiçbir dille alışverişi olmadı, beni

gizleyen ezel ebet; Süleyman'ın Belkıs'a duyduğu.

Hep çöl kızgınlığında bir damla olarak yaşandı, cızırtıyla; kanım-

da dolaşan akrep. Suyun oynaya dolduğu.

Bin bir kalemle yaslamadı, bin bir silgiyle silinemedi; tüketildi,

bitirilemedi. Nice canların solduğu.

Sıkı dokunmuş bir yaşam bu, karık çizgilerle dokunmuş, vahşi
boyalarla boyanmış.
Ben kösnü.

XVI. BEN KORSAN

Aç midelerden doğar nur topu gibi ihtilaller. Bu sana açlığımdır.

Sen yağmurun dindiği anı kolla

Bir ipek hışırtısıyla dolaşır ıtır kokulu balkonlarda, serçelerin

yuvalarını bozar.

Bir gece. karımsı, karamsı, ölümsü bir gece,

Ahşap merdivenlerde bir ayak sesi.

Ay basıyor ortalığı, korkak gerilla adımlarıyla

Ve sessizlik bir veremli gibi öksürüyor yanı basında.

Sıçrayıveriyorsun bir an şöylece uzanıverdiğin divandan;

Bacaklarının arası ıslanmış, bir kedi yavrusu gibi titriyor;

Hafif bir rüzgârda ipileyen sarı buğday başakları gibi.

Balyoğun bir sızı oradan başlıyor yayılmaya ve gergin

Bir ürperti sarıyor bütün savaş alanlarını: Ah!

Güve kokan odada top sesleri gibi yankılanıyor kalp atışların.

Böğürtlen rengi geceliğini titretiyor "Çanakkale geçilmez!" diyen

memelerin. Dalında çürüyen memelerin.

Ey, renkleri çoktan solmuş salaş nü!

Ama, sen yağmurun dindiği anı kolla: hiçbir dairenin köşesi

yoktur.

Bekleme boşuna; ama bu ay da neyin nesi?

Koynunda memelerin kirlenmiş emilmeyi emilmeyi: ah bu

sünepe trajedi!

Havai fişek gibi gezdiriyorsun yalnızlığını bu roman roman kokan

odada, ardında acımor izler bırakarak; yağmur duasına çıkmış

o çatlak dudaklarında bir muşamba tadı. Dut ağacı boyunca,

dut yemedin doyunca.

Bir de o gözlerin... tecahül-i arif gibi, pili yavaş yavaş tükenen

elfeneri gibi, bir altın çağı arayan soluk, silik; zavallı aktar

dükkânlarında.

Şuranda buranda kızgın kediler soluyor, yadsıman neye yarar,

alnında ve umutlarında tomurcuk tomurcuk ter.

Yettiyse veresiye yaşamak, ucuza da kaçma n'olur; elinin erdiği

yerlerde kesici, delici aletler.

Zaten çeke çeke sen bu dertten ölürsün, akşamdan sabaha,

bol limonlu kahkaha.

Bir apartman dairesi mutena bir semtte, sözüne güvenilmez bin

bir eşya, masif aşklara değer; dillerini bir türlü öğrenemediğin.

Eşya dediğin nedir ki senlere albeni, benlere katil.

Yükseklerden alçaklara indin işte sen; indin de bunu söylemeye

dil gerek uz; tevriyeli bir dil.

Artık sen geril geril!

Kıvrıl patlamış bir umutla, kıvrıl yoksul bedeninin tadına.

Ah sen kör örümcek, yedin yuttun çılgın bir sevişme partisinde,

deri değiştiren bir yılan gibi acıyla kıvranarak, beklediğini.

Unuttun mu?

Haydi sen şimdi git, ezel ebet git, git bu arsenik karanlığı çek

üstüne, uyu.

Bu yağmur, bu yağmur bu kıldan ince, kanım çillendiren bu

yağmur asla dinmez. Zaten bu evin ne ıtır kokulu ahşap bir bal-

konu, ne ayak sesim yansılayacak bir merdiveni var.

Sen ki çoktan yitirdin gençliğini ses ve ışık geçirmez, az emek bol

imaj yoğun eşyalı birtakım odalarda.

Sonra uyandığını sandın pembe düş gibi başlayan karabasandan;

ama neye yarar, çoktan ölmüştün sen o karabasanda.

Çoktandır dökülüyor sırları baktığın aynaların, ona da bakmak

denirse.

Ay ise tutuklandı sonsuza dek, bilmiyorsun.

Hem bilmiyorsun daha neler, ben bir süredir şeytanın ikiziyim,

secde etmiyorum öyle her önüme gelene. Önce ben iğfal ettim

gülü, o ikinciydi.

Telefonumun fişini çekmeyi de o öğütledi bana, beni korumayı

iş edinen sevgili ikizim.

Yürek yangınını söndürmeye niyetimiz yok hiçbir tanrının, sencileyin.

Biz bütün köprüleri attık çoktan; hiçbir limana ikinci kez uğra-

mıyoruz, susuzluktan çıldırsak da. Deniz suyunu yeğliyoruz, tuzu-

nu yaralarımıza basıp.

Semtine bile uğramıyoruz sevincin, gayya kuyusuna attık umu-

du, biz yenilgiler tarihinin ucuz kahramanları.

Sen mi? Sen, sen yağmurun dindiği anı kolla, bir Ankara, Mülkiye

akşamında, dinerse.

Var ya...

Ben korsan.

XVII. BEN YİTİK

Dün gider gündüz gelir, kendi gider öbürü gelir; bu akşamlar

böyledir, biri gider öbürü gelir.

Gittim buz balesi öğrendim, zaman’ın buz tutmuş nehirleri için;

aşk gider ne gelir?

Bir kuş vardır, gökyüzünü anımsar iç çekerek, bir gemicinin ırak

gözleriyle; aşk gidicek ne gelir?

Kimi kez sözün de gücü de yetmez, müziğin de, rengin de

söylemeye öteyi. Bu kediler böyledir, ölürken bile kendi olmayı

bilir.

Gülü kırar suya banarsınız, su kanar, bilir misiniz? Aşk gidende

ölüm gelir.

Sezin işte, bir şey var dilinin altında ağzı sarımsak ve anason

kokan padişahın; biri gider biri gelir.

Hoyrattır bu akşamüstleri daima, önce beyazları kirletir: dil gider

gönül gelir.

Denizi taşıran damladır bir gözdenin haremağasına göz kırpma-

sı, herkes bilir, yol gider, yolcu gelir.

Gel, yine de kanmayalım yarına biz; dün ve yarın Dionysosçu

bellekte şimdidir; yağlı ip gider kurşun gelir.

Suya ulanmayan su kokar, dalında olmayan çiçek; can gider

canan gelir.

Benim cinim işini bilir, bal kavanozunda sinek; diri gider ağıtlarla

gelir.

Yolcu yoldandır, başımı bedenimden ayırsan da. Paralel değilse

aşk, aşk değildir; sen gidersin, öbürü gelir.

Ben hiç yaşamadığım aşklarla varım, aşk yasamak değildir, sel

gider, mil kalır.

Akmayı hep sürdürür bir kum saati kendini alt üst ederek; yol

gider, yolcu gider, han gider hancı gider, söz gider sözcü gider.

Ay ışığı mıdır, gül ışığı mı durma damlar kadehe.

Ben yitik.

XVIII. BEN DAHA

Melali anlamayan nesle aşina değiliz, be artık o nesliz.
Dün ve yarında erimiş şimdiyiz.

Biliriz, ne sabahtır o mavilik ne akşam; bu, olsa olsa bir mutsuzluk
nümayişidir.

O belde, vardığım armağan olsun seyr ü sefer defterine sergü-
zeştim kaydedilecekse.

Sebil bir ömürden kalan ne ki kıza erkeğe; o belde. Sapho'nun
bakir ülkesi.

Sapho, tanrının üvey kızı: kızın erkeğin yüreğinde sızı; bir yalvaç
gibi ulur geçmişe geleceğe karşı.

Melali anlamayan nesil bize aşina değil, sanal evrende özgürlük
tutkunu bir ceset

Biz Deli Dumrul'un köprüsü, cismimizle değil, ismimizle varız.
Ne kimseyi geçirdi üstümüzden ne kendi geçti; melal ki bize en
yakışanı.

Yol verin geçeyim dumanlı dağlar, yitik ve yaralı bir yürek var

gurbet ellerde. Canımın içinde can var, en gözü pek dilin

eremediği.

Şimdi bir karanfil elden ele, ben orda değilim.

Melal ki bize en yakışanı, tatlı suyun tuzlu suya eremediği.

Ben daha.

XIX. BEN COSS!

Göz göze değince kopar ip, neye yarar Büyük İskender ya da

bulutlar çobanı olman.
Neye yarar ateş ilminin erbabı olman, el ele değince kıvılcımlar

saçılır ortalığa; dudak dudağa değince bir şeyler olur güneşin

denize değmesi gibi; şimdi neye yarar yani Davut gibi avaze

olman, Süleyman gibi kuş dilinden anlaman neye yarar.
İnsan, bir avuç ham vişne yemiş gibi uyanır kimi sabah,
yaralı bir ceylan gibi su kıyısı arar; neye yarar Yusuf gibi

çözümsüzlüklere çözüm olman, yokluklarda konaklaman.
Aslında bir buzdağıdır aşk, gerisini kimse anlatamaz.
Dalga dalganın ardından gider, her dalgayı kırar bir kıyı, kavuş-

madan. Oysa sığdır kıyı, bir kadeh dolu içemez dost elinden.
Kaç can aldı, kaç yaralı döndü geri; yol uğrağı değil ki
ikide bir yolun düşsün. Erilmez bir doruktur aşk, sandıkça

uzaklaşan; erilse soluk alınmaz.
Yedi yılda açan bir kaktüstür, sulamak ister ara sıra; Köroğlu

tüfenk kuşanıp gezse neye yarar.
Her damakta aynı tadı bırakmaz aşk, kimi yüreği yırtar, kristale

dönüştürür kimini.


Aşklar da iz bırakır ardında, aşkın da dili var elbet; ama kim her

dili anlar ki, aşk değilse mesleği.
Beklersin bir cehennemde umarsız, bir su kavrulan bir yüreğe insin

diye; ama neye yarar Ferhat'ın külüngü, Aslı suda değil ki.
Kanınla sularsın kayaları, çiçek açsın diye, morsa mor! Sorular

sorarsın kederli, bilirsin yanıtı yok. Avaz avaz seslenirsin yankısı

çalınmış koyaklara; çırpınırsın bir saralı gibi, yüreğin köpük köpük.
Durup durup Mecnun olman neye yarar.
Başın döner, bağrın yanar; ama neye yarar Kerem olman.
Hayır hayır, bu sen değilsin; anlarsın o da o değil,
ıslak baruttan Çoban Yıldızı yapacak. Hem hiç kimse o değil

acılardan yağmur, olur olmaz her sisten bir düşülke yapacak.
Canım, dersin canından olursun; aslında olduğundur bu senin,

yeşilden kırmızıya. Artık çiz istersen üstünü, eskiden olduğunu

varsaydığın senin.


Bakışların kekredir, soluğun gizli umut kokar, yeraltından koşar

yüreğin. Olması gereken olmuştur: ışık, ses, koku. Neye yarar

giyinip kuşandığın, rakılar içip adam sırasına girdiğin, itişip kakıştığın.
Adıyla sanıyla bir titreme kuşatmıştır seni soğuk, sıcak. Bu, senin

olduğundur ama, dolup dolup boşaldığın; adını birden yitikler listesinde

bulduğun. Güneşe dolu yağması, buzdağına güneş değmesi gibi,

cosss diye!
Aslında kimse ayrımında değil nerede kopar ip.
Hiçbir dilde o sözcük yoktur: Ham koparılmış turunç mu ne?
Ben cosss!

XX. BEN SEN

Bayramlık düşlerimi yıkıyorum Çağrışımlar Oteli'nde çırılçıplak.

Bir su kıyısında durmuşuz Güzel Delice ve ben, içimizde köpük

köpük öfke; ve var gerisi daha, söylenemese de.

Aramızdaki boşluğa ağını ören bir 'Keşke!', kalın ve yağlı bir

urgan gibi yüreğimizi sıkıştırıp duran bir su sesi.

Bağlamış dilimizi sanal bir cangıl; artık ne Lorca'dan söyler

dilimiz, ne Karacaoğlan'dan. Ufuksuz bir bakışla yazılıyor

görmelerin bütün tarihi.

Bir kıyamet habercisi gibi doğar ay, dolaşır en kırılgan açılarımızı,

ki onlar pi sayısıyla hesaplanamaz.

Geçmişe attığım ağı boş çekiyorum Çağrışımlar Oteli’nde; şu da

var: ay ışığında bıçağımdan damlayan öfke.

İşte, su kıyısında durmuşuz: ben. Güzel Delice ve Keşke.

Öfke baldan tatlı, boğazımızı yakıyor; acı bal ele geçirmiş ikimızi.

Ete kemiğe bürünmüşüz, iki örümcek olarak görünmüşüz, ben

erkek sen dışı.

Su kıyısında durmuşuz, suyu düşünüyoruz bilcümle: sendekini,

bendekini, öncekini; Ay'dan getirilmiş taştakini ve elbet

bilinmeyendekini.

Güzel Delice'nin hançeresinde Lermontov'un hançeri vınlıyor;

ben aklımı peynir ekmekte yemekle meşgûlüm Çağrışımlar

Oteli'nin barında. (Bak, seni sevmiyorum, sevmedim,

sevmeyeceğim; zaten ben neyi sevdim ki; kendim dahil.)

Güzel Delice sen kimsin? Düşlerimin çılgın yosması, ekmeği ve

tuzu sevişmeye katık eden.

Böyle giderse kendimi zehirleyeceğim, bir ceviz ağacının

gölgesinde, ibreti alem için, başımı kumlara gömüp. Yarılan usa

uyaklar ve kuşkonmazlar gömeceğim. Yıkacağım sözcüklerden

kurduğum görkemli otağı, yurtsuz kalacağım.

"An", delikanlı zaman, gösterişli alacakaranlık, susuzluğun kekre

şiiri.

Çağrışımlar Oteli'nde gün doğuyor, ufka doğru kaçan ve

buğuyu andıran haz. Barometre sıfırı gösteriyor; tuz, martı ve

hayali kız kokan oda, kıyamete dek konuşmayacağına ant

içiyor.

Ah, dilenciden dilenen umutlar!

Oysa bitmiyor hiç, ava çıkmamışın av öyküleri; o canım kıyacının

can dostu ikircikli gece bitse de.

Gece gözlerini yitiriyor evet, yeraltıyla yaptığı büyük savaşta.

Olan olmuş, ölen ölmüştür; kalanlar konuşulmalı.

Ama bir sessizlik ele geçiriyor caddeleri ve paslanıyor saatlerdir

işleyen dil.

Tutuşup yanıyor an, taze bir erik dalı gibi, her dili yeni çözülmüş

kız gibi.

Bu metruk mekânda meskûn bir âdem, cisimleşmiş bir rüyanın

hazzını duyumsuyor bir kalp spazmına bedel.

An. Kız. Keşke. Su. Çağrışımlar Oteli…

Ben sen.

XXI. BEN YENİLMİŞ

Bana ne sizin dirlik düzenliğinizden, barışınızdan, uyumunuzdan;

kuzunun kurtla dolaşmasından bana ne!
Çiğ etle beslenirim ben, kargaşayla, uyumsuzlukla; tekin olma-
yan karanlıklarda parlar ruhum.

Kuralsız savaşlarla beslenirim ben, acıyla, düşmanlıklarla; kızıl
çiçeklerimi ancak karanlıklarda açarım ben.
Dil bilmeze dilim, yorguna yokuş; susuzluğum mutsuzluğunuzla
diner ancak.

Tozunuz bile kalmayınca felah bulacak bu acılı ruhum.
Elim erse de birer atom bombası gibi döksem yıldızları tepenize,
benzin döküp yaksam şu paçavra uygarlığınızı.
Kutluyor ve kutsuyorum sizi şimdiden ey bankaları, borsaları,
iletişim ağlarını, laboratuarları... havaya uçuracak kahramanlar
soyu!

Kökünüze kibrit suyu dökeyim ey bir gayya kuyusunda çırpınıp
duran zavallılar ve onların şanlı zebanileri!

Bıktım atar, toplar, kılcal damarlarından; bıktım senden kahrolası

erk. Yıkıntılarında biten kızıl çiçek olacağım, doğal ve kendim.

İçtenlikle severim ben ve buruşturmadan yüzümü şaşkını,

çarpığı, akanı kokanı olanı, sıracılıyı, kargışlıyı, deliyi, veremliyi,

kanserliyi, aidsliyi, korkudan donuna edeni ve öteliyi.

Cisimleşmiş kötünün son temsilcisi ben Kabilden, Neron'dan,

Yahuda ‘dan aldım esinimi.

Bana ne sizin dirlik düzenliğinizden, kutsal barışınızdan,

beyninizdeki sevgi dolu urlardan, aşktan pelteleşmiş

yüreğinizden bana ne! Sıkıntıdan, bundan, mutsuzluktan

geberin de göreyim; sizi lağım fareleri!...

Rızkımı yeraltı tanrıları veriyor benim üç öğün, gözüpekliğim

bundan; uyuz bir it gibiyim, sayenizde korkuyorum yaşamaktan;

ey bir kirpi gibi her dokunduğunu kanatan besili besisiz domuzlar!

Duyun, acıyla, umutsuzlukla, korkuyla, şiddetle doyar benim

doymaz ruhum.

Ben dirliğinizin yağısıyım, işte ne kadar kötü kokarsam o kadar

iyi.

Bir şiir uygarlığı asla kurulmayacak; Geyikli Gece asla

olmayacak artık iyice biliyorum.

Siz yine de bekleyin ama, iyi akort edilmiş bir zamanda mutlaka

mutlaka geleceğim.

Ben yenilmiş

XXII. BEN, KİM?

Belleğini yitirmiş karanfil, gülün adı yok; ayna tamam da oynaya

bakan yok.

Düdük çalmayı size bıraktım, ama çekilin yolumdan. Bilici ufkun

kanatlarında Kaf Dağı'na uçmaktayım. Size bıraktım düdük

çalmayı, gecelerinize yoğun ve dinç spermalar gibi boşalacağım.

Sahneye girdik, unuttuk rolümüzü, belleğin karanfili tuzlu suda.

Söz var sözcü var, söyleyen yok.

Hayır, bitirmedim sözümü daha, izin yok güne; neşenize neşe

katan gün doğumundan önce karabasan olarak çökeceğim

düşlerinize ve hiçbir ücret istemeyeceğim sizden bu hizmetim

için.

Yalnız, yolunuzun yaşamla kesişen noktasında, "Park yapılmaz!"

tabelası olarak duracağım.

Dil gömmüş kendini rüzgâra; âşık var maşuk var, ama aşk yok.

Sizi gözleyecek yazdığım her satır sonsuza dek, benim işini bilen

ulaklarım.

Suyu arayan yaralı atımın üstünde ben, sizi gözaltında

tutacağım zamansızlığa kazılmış mezarımdan ve elbette

hoşlanmayacağım sizden.

Naylon beyinlerinizin buyruğunda sıçradığınızı göreceğim bir

oraya bir şuraya çekirgeler gibi, gıcırtılı sesler çıkartarak; insansız

uygarlığınızın çarkları arasında. Bütün örgenleriniz plastik ve

yazgınız dijital ve elbette sevmeyeceğim sizi.

Bilmeyecek, bilemeyeceksiniz siz gıcır gıcır bir mutlulukla; bilme-

ye gereksinimi olmayanların mutluluğuyla siz mutfak ve tuvalet

sefalarında.

Bütün sabahlarınız laklı porselen, akşamlarınız dumanlı cam, ken-

dinize bile dışarıdan baktığınız.

Yabancı, yalnız ve öteki değilsiniz; sonsuza kadar mahcup ve

efendisiniz, yani hiç kimse. Ama ben efendisiz.

Aşkın kalıtımsal bütün kalıntılarından temizlenmiş olan kalbiniz

kan pompalamayı sürdürecek; ama mor, mosmor.

Arkaik ve kutsal 'isyan' sözcüğünü unutmuş olacak sözlükleriniz

bile.

Oysa gözleyeceğim ben sizi ta içinizden, milyarlarca hücrenizden

birine sinmiş olarak, ama sevmeyeceğim.

Yeğnil bir ürperme geçirecek birileriniz nedenini tam bilemeden

ve durup dururken: Bir sözcükteki bir ek belki, bir köşede

unutulmuş kırık yıkık bir yontudaki bir bakış, bir gözden kaçmış,

fosil genlerinizdeki.

Belleğini yitirmiş karanfil, gülün adı yok; ayna tamam da oynaya

bakan yok.

Düdük çalmayı size bıraktım, ama gözleyeceğim sizi sonsuza

dek.

Ben, kim?

XXIII. BEN UMUTSUZ

O gün mü bugün, herkes herkesten kaçıyor, herkes kendinden.

Ben dayanamıyorum bu ıssızlığa, kırılıp dökülen dalgalarda duy-

gu leşleri.

Aslı nerede Kerem nerede, Köroğlu nerede Ayvaz nerede? Ben

seçilmedim ki, seçilen nerede?

Bugün o gün mü, dudaklarımda ölüm mangaları; dilim azapta.

Ben deften soldan verilmiş, şefaat ey Yunus! Son direnme noktası

insanın.

Bütün ayrıntılar yitiyor, flulaşıyor hayat; kekeme bir dil kuşatıyor

her şiiri.

Yok tanrı kurtardı İsmail’i, biz kurban ettik aklı şu öncesi, bu

sonrası.

Hiçbir tanrı başaramamıştı; ah, içten yıktı bizi paratanrı!

Bu ne acayip bilmece, bu yol buradan nereye gece gece?

Kimse dinlemiyor artık ırmağın türküsünü biliniyor diye; ah bu

kükürt çağı, bilinmeyen ne kaldı?!

Dinlenmeyen Davut kırma öyle boynunu: Tarih Nuh'un

gemileriyle dolu...

Ateşle sınandı su, boynunda diş izleri, yanağında gül. O,

çöllerde kral olan, Musa'nın yaşlı imgesi. Su histir Davut, usla

sınandı; su durdukça...

Yok kurallar koyan, bak bu su saati, bu kum. Bir yerlerde izi

kalmışsa aşkın...

Başını bir gün kaldırırsa bu çöplükten şiir... Umudum yok ama!

Yüreğimdeki çölün umutsuz Ortaasyalısı, korkusuzca ve yalnızca

kendini talan eden.

Ne diyordu hüznün komedyeni:

Dost bî- perva felek bî-rahm devrân bî-sükûn
Derd çok hem-derd yok düşman kavî tali' zebun

Saye-ı ümmîd zail âftâb-î şevk germ
Rütbe-î idbâr âli pâte-î tedbîr dûn

Ben bî-ümmîd

XXIV. BEN ÖTEKİ

Kamaşık bedenimle büzüldüm gökkuşağının altına,
hesabımı kitabımı yapıp.
Sözün bittiği yerdeyim şimdi, içimdeki mendirek yıkıldı; suratımda

patlıyor bir bir şeftali çiçekleri.
Usumu süpürge ettim madalyonun ters yüzüne;
içimde bir çöl sıkıntısı, bir ipek hışırtısı.
Görkemli şölenlere konuk oldum nice,
tutup attılar her kezinde; bozuyordum.
Bulaşıcı bir mutsuzluk benimki ve buyurgan;
gittiğim her yere karanlığım da gidiyor var ki.
Ve tutup atıyorlar tutup sürgün yaşadığım yüreğimden;
tutup atıyor düğün oynayan kaygısız çocuklar.
Herkezinde uygunsuz arzular duyuyorum çünkü geline.
Yıllarca kendimi dokudum bir Acem halısı gibi ilmik ilmik, şimdi

gereksizim kendime.
Ürkütülmüş atların hırçınlığı benimki, güneşin sofrasında ortak

sevince bulaşıyor.
Ne halaydayım artık, ne ateşli gecelerde. İşte...
Ben neye hazırladım kendimi Yusuf, atımı çatlatıncaya kadar

sürerek; bulduğum ne? Şimdi düşlerimi tükürecek yer bulamıyorum.
Kandırıldım, tırmandım bendeki bene, bir şey var sandım. Yoldaş

akarsuları işkencecilere sattım durup dururken.


Ben kendimi anlamıyorum Yusuf, anlamıyorum; incelip incelip

aynı yerden kopuyorum inadına. İnsanın 'insan' olmadığı.
Bir yandan rakı içiyorum ölümüne böbür böbür;
bir yandan kurşuna diziyorum papatyayı.
Sonra cansakızı damlıyorum kristalin yüreğine. İşte...
Ben neredeyim, atım nerede? Bu sessizlik Yusuf, acılı bir ölüm;

bu sessizlik, yaprağı didikleyen bir tırtıl gibi bedenimde; gitgide

beni varlıktan, oluştan çözen bu sessizlik.
Peki bir giz mi bu, güz bulutundan kanıra kanıra emdiğim şimşek?
Yo yo, bu bir güz senfonisi evet, çok sesli sessizlik.
Yeşil intihar etti, mavi kaçak; morda Fuzuli, sarıda ben; ama, her

zamanki gibi yine kırmızı yönetiyor hayatı.

Biliyorum dönemem artık Mecnun kimliğime, kim inanır!
Dilime gül bülbül kuşanıp gezemem artık vakitlerden hazan; bağban

borsada oynuyor, saki uyuşturucu kuryesi.
Sicilimi temiz tuttum da ne oldu, bir Anadolu türküsü gibi.
Ad kavminin son temsilcisiyim işte, ne yapsam, ne olsam.
Bir Bâki kasidesinde fuzuli yaşıyorum, Fuzuli gazelinde bâki değilim.
İşte...
Ben öteki

XXV. BEN TUTUNMASIZ

Kalın öpüşleri kentin,
Eprimiş zamanlarda öten yitik horoz,
Erken açan erik çiçeklerine asit,
Her ölümde Mevlana duasıyla kendini kandıran.
Yüzünün karanlık kitabında
Eski bir düğümü çözüyor hayat.
Bir tilmizin haykırışı nedir ki!
Günden güne ilik nakli,
Dudaktan dudağa çöl rüzgârları.

Kalın öpüşleri kentin,
Sus işte Yusuf,
Herkes herkese paralel.
Bir bir tükeniyor soyumuz söylence kuşları gibi.
Haylaz atlar çoktan yitti ufukta.
Bütün zamanlar buzdan gece, suyumuz kirlendikçe.
Delinin gücü kuşuna yetiyor, damarları mor mor;
Kızıl bir bayrak dalgalandırıyor
Yasak olan her yerde.


Kutlu olsun sivilliğin ey büyük asker!
Tarih tozu biriktiren vitrinler birer karadelik.
Sözümün kurnaz çeliği avlamasın seni:
Baykuşlar yürek atışlarıyla ilgilenmez.
Ama hey, boyun eğ!
Boyun eğ kara simgelerime!
Ceset çocukların kırçık bedeninde
Derin ve yumuşak bir uyku bekliyor seni.
Boyun eğ, boyun eğ!
Kutlu olsun sivilliğin ey büyük asker!


Kalın öpüşleri kentin!
Kapıları çarpıp çarpıp çıkan tarih öğrencileri
Can simidi gibi sarılıyor ateşin felsefesine.
Ve beyaz karıncaların feriştahı
Ekmek banıyor felsefenin suyuna.
Ey bir köşede yutkunup duran renkli camlar!
Akıldan akıla kurulan köprü ne kadar çürük!
Dozu kaçmış unutkanlık
Kanın keçilerini tutuşturuyor.
Çağın büyük sezgisi ata yurdunda mülteci

Kalın öpüşleri kentin,
Tuzuyla yaralar onuşturan İstanbul.
'Geyikli Gece'nin Kutup Yıldızı söndü.
Sözün ta içine içine aktı karanlıkların milini taşıyan su.
Bir beşik sallanıp durdu, yeni çağın cini.
Yeniden dizilip basıldı gece kuşları, ayrımsanmadan.
Haliç'in fatihi, sidiğin Beyoğlu'su
Kirli elyazısı, kız kardeşi Kasımpaşa'nın.
Yaralarında oluşan kurtların gece bekçisiyim ben.
Hüznün bulunmaz kumaşı apış aranda.
Ve hızlı hızlı solumalarla çarpık gülümseme.
Çizilmiş kestanelerden sızan akkor
Ve duman altındaki her kanlı ısırık.

Kalın öpüşleri kentin,
Cismin yakışıklı cesareti ölürken de.
Sudan ağır sudan hafif çocuk ruhu
Her an her yerde sobelenmeye hazır.
Mahyalarla donanmış,
Afyonla zımparalanmış ince duyarlık
Keçiboynuzu gibi sırıtan ele geçmez duyarlık,
O damağınızdaki ham elma tadı
Dalgın ve gözükara bir bakireyi her ısırdığınızda.
Dikenlerinden soyulduğu için, için için sızlayan gül dalı.
Gül dalı; klitoris üstüne karaborsa
Ve trajik amcıl rekabeti anamalın, yani
Büyülü hiç, kiçin coşumcu tarihi
Ve sözüm ona arabesk soğan zarı.
Ey kapalı gişe oynayan belsuyu operası,
Dikensiz gül dalı, amorf beklentilerin.

Kapkalın öpüşleri kentin,

İmitasyon gözlükleriyle güneşin reklamcı çocukları
Ve dehanın pazarı dahanın sınırında.
Yorgun çocukları devrimin şarkılar, marşlar, şiirler...
Hüzünlü çöpadamlar resmediyor
Nasılsa bir gün yıkılacak duvarlara.
Ardından sokak çocuklarının aryası ping pong topu gibi
Baykuşlar yürek atışlarıyla ilgilenmez malum.
Malum, saatler artık Çin'i vurmuyor; pirinç hormonlu.
Ama bir deli çıkar opera sahnesine
Mor damarlı kızıl bayrağı elinde.
Primadonna, ah yağlı primadonna!
Ben tutunmasız.

XXVI. BEN DELİ

Benim tadımı iyi bilir sinekli bakkalın müdavimi fareler ve

çocuksuz anneler, daha. Çivisi çıkmış zamanların tedirgin paga-

nıyım ben; çok uzun zaman neyi aradım ben? Pis, karanlık

kovuklarda aradım erinci ben. Kulağımda o bitmez, çıldırtan

taktik tik taklar. Suyu su olarak bilmek istiyordum, ateşi ateş.

Alışmıştım bir kez ekmeğin, domatesin, suyun tadına. Örneğin,

yetiyordu bana vahşi bir ormanda dağ havasını meze yaparak

rakı içmek. Aşk deyince aşkı anlıyordum, içlenebiliyordum dere

kıyısında çırılçıplak gördüğüm bir ahu için. Bir tanığım olsun

istiyordum, içim cızz etsin, vah! Kayıtlı ve plastik bir ömür

istemiyordum ki! Ama yok, öldüm; kimse inanmasa da. Kendi

cesedimi taşıdım zaman dışına. Yorgunsun, biraz su iç, diyorlar;

ah, su o su değil, bilmiyorlar! Bir damla suda okyanuslar çalka-

nıyordu ve cüce usumu dansa kaldırıyordu ilkel zamanlarda her
su, bilmiyorlar.

Oysa öldüm artık, bir çöp üretenden başka neyim? Baktığım, işit-

tiğim, dokunduğum her şeyi çöpe dönüştürenden başka ne?!

Çöp, öncüllerime kattığım, ardıllarıma bıraktığım tek şey.

Suyla oldum, suyla vardım, suyla tanımlandım; sudur beynimin

çeperlerinde büyük bir öfkeyle yalıyorlar oluşturan. Suyu ben

kirlettim ben, kendi kimyamla. Oğuz Kağan'ın öz oğluydum.

Kayı'dan; yasımı tutun ey göçebeleri Çoktan öldüm çünkü

kardeş Börklüce saflarında. Tarihe metan gazı olarak kalacak bir

Candaroğlu duyarlığı, tarihin bir arakesitinde bir çukur aynadan

yansıyan ışığın hüznü! Bu silindirik düzlemde yankıyıp duran ses,

Kuyucu Murattan kurtulmuş Celali'nin çığlığıdır; tarihin karade-

liklerinde kendini arayan. Celaliyim, Celali misin? O da değil,

damarlarımda Hitit kanı şorulduyor yüzyılların ardından, ah

sporcu gençliğim benim. Anadolu'yum ben, tanıyor musun?

Gülü eksilttiniz, hüznü yorumladınız da ne oldu; kiraz çiçek açıyor

hâlâ aykırı dal üstüne. Işık alan her yanıma paslı kilitler taktınız da

ne oldu; Bedrettin'le kılıç şakırdatıyor, Spartaküs'le kadeh

tokuşturuyorum hâlâ. İncelikli ve bir deli aşkın son yalvacıyım

komün günlerinde Paris'in. Yüreğime incir ağacı diktiniz de bir

şahmeran gibi çıktım orta yere, bilsin bunu devlet dersinden

çakan tarih öğrencileri. Olmak düşüyle kaygısız savaş açtım

naylon beyinlerinize, çağınıza yapyabancı.

Ben deli.

XXVII. BEN KAM

Ey yaz ikindileri, dut deren serçe mi olayım, dut dibinde deli mi?
Kendimle mi olayım öteli mi?
Bir yer var bilirsiniz, haritalarda adı geçmeyen bir başka yer,
Tinle ten arasındaki iğreti köprü yıkılınca asılı kaldığım mavimsi

beyaz boşluk.
Ey yaz ikindileri, ya su satıcısı olacağım ya da suyun kara yazgısı.
Bir büyük döngüye alacalı boncuklar dizen.
Bilirsiniz beni, kilisedeki Yahudi’yi; ikide bir çarmıha gerer kendini.
Yaralarımı güneş dalar, yüreğimi akbabalar; beni koruyacak bir

babam yok ki!
Ey yaz ikindileri, biz çok yukarılardan geldik buralara suyu bulmak

için, kan içe içe.


Tam anlatabileceğim bir dil bulmuşken. Sakındım. Dil, bir yaban

kovuk, bütün zamanı sütle yazan; benim silik soluk ikizim. Oysa

bir cisme ihtiyacım var mı benim ey yaz ikindileri?
Ey yaz ikindileri, bir adım ötede zakkumlar var, ben yokum.

Cücelerin efendisi kutsal çarşı var, mor dutun feryadı var, ben yokum.

Bol ayrıntı var insanı bu karanlıkta oyalayan, atardamar uzmanı jiletler

var; bakır var tutuşur, kan var akışır. Sevgilim, sevgilim, sen ordasın!

Ben yokum.


Bir adım ötede ben ben değilim. İzbe bir meyhanedeyim ben, çarşıya

komşu. Şamanist bir tutkuyla kendimi süslüyorum; yitik aşklarla,

çıkılmamış yolculuklarla, başarılamamış intiharlarla. Kötü mimarlar

gibiyim, abartılı sevinçler kuruyorum içki sofralarına.
Kilisedeki Yahudi’yim, öylece kapana kısılmış gibiyim; suçum yok

biliyorum: İşte suçum bu. Ya da suçun ta kendisiyim.
Ey yaz ikindileri, ben bir imbikten başka neyim? İşim gücüm uçurum

ezberlemek değil mi? Artık duymuyorum sesimi. Duysam... dilimi

bilmiyorum ki!
Kilisedeki Yahudi, rolüne yeterince çalışmamış; hâlâ geyikler kurguluyor

çırılçıplak, kentin ıssız sokaklarında, ipek gergef üstüne kırmızı, sırf neşe.

Ey yaz ikindileri, ey zonklayan geçmişim, kopuzumda köpüren kara dil,

içer ve fışkırt beni.
Bu bir yuğ törenidir ki, mezarım bu şiirdir; olmayan bir dille bir ozan ne

anlatabilir ki!
Ey yaz ikindileri, despot kalplerin erince erdiği gamsız uzam; benin ben

olmadığı, çizgi dışı, oyun dışı.

(Patlattım sivilcelerimi, yüzümü yıkayıp boynumu ıslattım. Ezilmiş taze

ısırgan otu kokan odada bir çimdik tuz yaladım sigaradan önce. Aynada

gözlerimi görünce cinnetimden utandım; hohladım yüzüme, hohladım,

hohladım, hohladım! ...)
Ben kam.

XXVIII. BEN X

Ey orman yasası! Yeniden sar bizi sıkı sıkı
Seni özlüyorum, kırçıl, kırgın, yaban yüreğimle
Ey vahşetin kaba ve kalın şiiri! Kondur hayat öpücüğünü
Ey vahşetin gürül gürül akan şehvetli sesi! Sok, irkilt yerleşiği
Seni özlüyorum korkudan titreyen beynimle ey zifir karanlık!
Ey derin ve doğal yaşanan kösnü, her şey öncesi!
Ey kahraman ve kıyıcı iklim, bilinmezin, erilmezin büyüsü!
Ey ruhta tadılan iksir! Dön geri dön geri! ...

Uygarlığın köküne kibrit suyu! Bütün tanımlara ölüm!
Gökten yağan, yerden fışkıran tansık, ula bizi.
Yaksın kör cesaretin güneşi keçi ayaklarımızı.
Ey kısa ve kendinde ve kendi için yaşam!
Damla damla yaşanan ağır ve soylu çile!
Bağışla bu hain oğlunu ey ulu ana, rahmini yeniden aç ona!
Ey inanılmaz bileşim, yeniden başla!
Sisli yüce dağlardan duyulan kaygı, toprağa duyulan saygı
Ey altının yalnızlığı, demirin krallığı, taşın tansığı!
Ey beni yaratan ve yok eden su, onduran ve donduran su!
Ey anlamlı anlamsız yankıyan, kargıyan, balkıyan su!
Ey biçimlenmemiş ateş! Sizi özlüyorum ey!

Eğiliyorum önünde, bağışla bizi ey tanrılar tanrısı doğa!
Her sorumuzu binlerce soruyla yanıtlayan yaban ezgi
Yanıtları verilmiş sorular çeldi bizi, n'olur bağışla!
Kaç kez kırıldı kemiklerimiz, kaç kez çatıldık yeniden
Kimsenin dilinin aşka dönmediği kamusal birer sorunuz biz
Ah kahrolası büyük kıyım, yerçekimsiz kalmış öksüz gibiyiz.
Elimizle yarattığımız büyük kara güçle ezdik kendimizi, avladık
Sınanmış yıkımların, yakımların bilimi, sanal erk
Gülden çözülen insan ömrü örselene örselene
Ey çatık kaşlı bilgi, her bulduğunda yitiren: Pirüs Zaferi!

Ey arabesk dokuma, insanın kendine karşı ayaklanması:

Gelişme!
Ben buyum, atomlarına ayırdım sözü, yitti derinliği
Ey yaşamı emen karabasan, elimle yarattığım hortum!
Ey başkalaşma, kuntlaşma, taşıllaşma, usun yan etkileri!
Kargış sana ey us, sarsıl, çarpıl, yıkıl, gömül!
Sırnaş kendine, tırmala kendini, infilak et ey insan!
Ey ağuya banıp çıkmış dilin yaban ezgisi, her kulağa!
Ey yüreklerde saklı sıcak at, kanatlı at, ey erinç!
Kehribarın barbar ve parlak beklentisi suya doğrudur
Ey vurgusuz içerlek bakışlar, insandan insana ateş köprüsü!
Toprağı rengârenk çiçeklerin bezemesidir sende aradığım
Anason kokan çayırlardaki arı vızıltısı sana şorladığım
İkimiz kaç gün doğumu, kaç gün batımı tik taksız mağara

günlüğü
Ah senle ben tek boyutta bin bir hayat yaşardık!

Az çok dahlim olan bu kırımdan ne umdum?
Koparsın saçaklarınızı, uçursun damlarınızı üstünüzden
İsterdim ki kalın anadan üryan, göbek bağınız daha kesilememiş
Ey fırtına, yanıp yakan ezgilerimin nakaratı!
Komayın taş üstünde taş, uluyun uluyun!
Ayakta kalmamalı böyle kahrolası bir uygarlık
Aslına dönmeli varlık, yalnız kendini yaşamalı her şey
Kahrolsun böyle gelişme, kahrolsun böyle ileri!
Ey kutsal orman yasası, yargıla ve bize ver bizi!
Ben X

XXIX. BEN HÜZÜN

Sözü edilsin isteniyor bunun surda burada; gün ortasında

dudaklar kurumuş, bir beklenti sarmış her şey; cayır cayır. Sözü

edilsin isteniyor ılık bir soluk gibi: Havuz başında salkım söğüt.

Sözü edilsin isteniyor şarap içerken, yokuş çıkarken, gül dererken

kuytularda: Salkım söğütte serçe seli.

Sözü edilsin isteniyor şiirli bir gecenin şafak oturunca ortasına;

aşk sofrasında çığlık çığlık: Serçe seli, karıştırdıkça yeniden tutu-

şan ateş.

Sözü edilsin isteniyor ölümden önce yaşamdan sonra, kelebek

avında, henüz karartmadan güneşi kara bulutlar cangılda:

Serçe seli, dili çözülüyor ipi kesilince uçurtmanın.

Sözü edilsin isteniyor bir kızın kadın olduğu anda ve sözün

uçurtmanın kanadına takılıp yittiği ve belli belirsiz bir çığlık için

aralandığı dudakların: Uçurtma serçelere yoldaş.

Diyelim ki edildi sözü, yetim bildi yetimliğini, eriştiğini sandığı

anda.

Salkım söğüt ılık ve nemli, serçeler kıvılcımlardan yorgun.

Diyelim ki edildi, kılıç kalktı gündemden, bir düşülke sulara

gömüldü; bulandı ırmak, yenildi matador: Serçe gagalarından

güneş damlıyor.

Diyelim ki edildi sözü, ama dönüş yok; bir kez çıkıldı siperden

çünkü, - artık ne hayat eski hayat ne ölüm eski: Gündemde bir

ihtilal, serçe ihtilali.

Sözü edibin isteniyor, ama paravan bir ömür bu; çünkü herkes

kupa ası: Havuz basında salkım söğüt havuzun içinde yanılsama.

Örümcek bağlamış öykülere bel bağlamıştık ne güzel; sonra dile

taşıdık aşkı ve yok ettik, abra kadabra...

Serçe seli elde bir, havuz iç bükey ayna

Dilinde tüy biter ara sıra okşanmazsa

Havuz başında çit çit çitlembik

Havuz tere kokar, serçe ıtır imbik

Bir şey vardı, meyhane meyhane kokardı; yüreklerin satır

aralarından sızardı. Tuhaf bir şeydi, serçe seli gibi sabahları

zonklayan bir beyinle yaşanırdı ve sözü edilmezdi gün boyu:

Havuz başı, söğüt ağacı, serçe seli.

Ah, bilmiyorsunuz bu bir cehennem, sözünü etmeye değmez;

etsem de... insan yüreğinden damlayan sakız, pişmanlıkları
Âdem'le Havva'nın. Âdem serçe seli, Havva havuz başında
söğüt ağacı; ah ara sıra beni Şeytan aldatır, gündüz gözüne.
Evet, edilsin sözü bir kez, ama neye yarar; Havuz karardı, söğüt
ağacı inkârcı, serçe boğuldu kendi selinde; edilsin ama, neye
yarar: "O" derler bize, ama biz ‘O' değiliz. Sıcağız, henüz
yorumlanmamışız, bedenimizin çıkmaz sokaklarında kokusuz
güller yetiştiririz. Yitik bir kıta gibiyiz, cennetle cehennemin
ortasında cehenneme yakın: Biz 'O' değiliz.
Serçe seliyiz, dilsiz, kimliksiz, kendi göğüne yabancı
Serçe seliyiz, bir şeyiz gelincik tarlasında, bir sancı

işte ettik sözünü iki reklam arasında.
Ben hüzün.

Havuz başında salkım söğüt

Salkım söğütte serçe seli

Serçe seli, karıştırdıkça yeniden tutuşan ateş

Serçe seli, dili çözülüyor ipi kesilince uçurtmanın

Uçurtma serçelere yoldaş

Salkım söğüt ılık ve nemli, serçeler kıvılcımlardan yorgun

Serçe gagalarından güneş damlıyor

Gündemde bir ihtilal, serçe ihtilali

Havuz başında salkım söğüt, havuzun içinde yanılsama

Serçe seli elde bir, havuz içbükey ayna

Dilinde tüy biter ara sıra okşanmazsa

Havuz basında çit çit çitlembik

Havuz tere kokar, serçe ıtır imbik

Havuz başı, söğüt ağacı, serçe seli

Âdem serçe seli. Havva havuz başında söğüt ağacı

Ah, ara sıra beni Şeytan aldatır, gündüz gözüne!

Havuz karardı, söğüt ağacı inkârcı,

Serçe boğuldu kendi selinde

Serçe seliyiz, dilsiz, kimliksiz, kendi göğüne yabancı

Serçe seliyiz, bir şeyiz gelincik tarlasında, bir sancı

Havuz başında salkım söğüt

Salkım söğütte serçe seli

XXX. DÜZENİN OLUŞTURUCULARI


Düzen, düzenin olduğu yerde bozulur.


Sabun

Özel günler için; kuru, açık pembe (uzun bir öykünün acıklı
sonunu simgeler.) lavanta (Öykünün esas kızı yeğlemektedir.).

Sınırsız sorumsuz, delice bir sevişme öncesi önerilir. (Sonra

kullanılması isteğe bağlı.)

Altı Çizik Kalp'le Üstü Çizik Kalp; şarap kırmızı, peşrev için.

Müzik: Mutlaka hüzzam; güfte Neşideler Neşidesi'nden aşırılmış.

(Neşideler Neşidesi, Süleyman'ındır.)

Vakit: Elbette cumartesi; aklı silen bir akşamüstü. yürekleri

buğulandıran martı sesleri, yakın plan. Bütün sıfatlarından daha

yakıcı bir sonbahar: Gözpınarlarından başlayan bir devrim. Ah,

sen ne güzelsin sevgilim!

Öncesi, tartışmalı ve uzatmalı bir Akdeniz meseli; sonrası, bir

İstanbul nümayişi hüznün.

Kız kardeşim, yavuklum, kapalı bir bahçedir;

Kapalı bir kaynaktır, mühürlenmiş pınardır.

Altı Çizik Kalp'le Üstü Çizik Kalp buluşur acemi ve kırık bir dansta,

çırılçıplak; birbirini emen diller aritmetiğe inansa bile tarihe

güneş doğmuyor artık.

Bunu bilir bunu söylerim: Senin memelerin abı haram. Yönümü

gösteren pusula.

(İki memen, sanki bir çift geyik yavrusu,

Zambaklar arasında otlayan,

ikiz ceylan yavrusu.,)

Seyr ü sefer defterinden: Birçok ilkbaharda birçok muma ev

sahipliği yapmış tanık bir şamdan; ah eriyor mumum, şamdan

altından ve sağlam! Ama (Şaraptan da hoştur senin

okşamaların!)

Ay solar, ben solarım, gece solar; bir uçarı vazoda son mumun

anısı beyaz papatyalar, hiç itirazsız -hatta biraz gönüllü- kırmızı

karanfillere bırakır yerini. Bilmem anlaşılır mı gitgide bozduğu

havanın, bu bozuk elyazısından anlaşılır mı bilmem seyr ü sefer

defterindeki. Düş püsküren gri bulutlar alçalmakta ahşap

pencerelere doğru. Müzik susmuş, bun yoğunlaşmıştır.

Dedi ki kadın "Benim malım olan bağım önümdedir; ben

duvarım, memelerim de kuleler gibi." Arklarında su sesi, yaban

bağında geceledim korku içinde, kulelerine tırmandım, ama

bırakmadı ardımı kurt sesleri. Koruk üzümünü yedim, dişlerim

kamaşa kamaşa; artık gözcüsüyüm kulelerinin, önünde ve

ardında nöbetçi.

Bu gece Don Kişot Senfonisi'ne gidilecektir, gidilmelidir. Sonra
meyhane... Bir yerlerde mutlaka nöbetçi bir meyhane
bulunmalıdır; Davut'un servis yaptığı bir meyhane; tenha mı
tenha, baharat kokulu, aşka aşina, tarihten firar etmiş bir
meyhane, birçok gizli dil bilen bir meyhane, her an uyanık.
Ses:

Kutlu olsun bağbozumu şenliğin ey kadın
İkiz tepelerinin koyağında kurulmuş şölen
Kutlu olsun iki çukurunda da yanan şenlik ateşi
Kara geceyi aydınlık kılan şarabın ateşi
Yaksın, kavursun içinizi bitmesin bu dans

Müzik susmuş, bun yoğunlaşmıştır. Birden gündeme o girer:
sabun: kuru, açık pembe, lavanta.
Gün solar, yazı solar, ben solarım.

(Bu yazı, bir kısa film yarışmasında ödül alamamış tek snopsistir.)

Bir Sokak Sarkıcısı

Orta yaşlı, erkek, kambur feleğin kamburunda oturur, ses rengi
morgri

Sobelenmiştir sonsuza dek; yanı lehimidir düzenin; o hâlâ

oyunda olduğunu sanır. Kılıktan kılığa girer, rol keser, tiratlar atar.

Usanmadan, yakınmadan bekler kalın bir sis perdesinin

ardından tanrısal bir alkış. Oysa tıkızdır, karaşındır, evcildir: bir

gün söylemeyi umduğu o büyük söze adamıştır varlığını: Olmak

ya da olmamak... Oysa kara kalın bir defterde çizilmiştir adı

çoktan.

Önce ses tellerini sonra akciğerini koymuştur o gece barbuta.

Kim kaçabilmiştir ki Ömer'in adaletinden! Ve o gece ruhunda

pazar kurulur, yok pahasına gider canım umutlar ve geriye

uçları kırılmış yıldızlar kalır.

Bir sokak şarkıcısı, düzenin apış arasında bir bit yavrusu gibi,

nefesi yetmemiş... Cık cık cık!

Bir sabah erken. Karanlık Sokaklar Operası’nda arya söylerken...

Divan Yolu mevkiinde, saat 03.25 sularında, boynu kırılarak...

İç Ezen Bir Gülüş

Askerken nişanlısını kaptırmış bîr delikanlının, askerlik dönüşü
yüzünde.

Ki, bu odur; yer, kaymıştır ayaklarının altından Yusuf'un; ağzında

dili dönmez olmuştur.

Gözlerinin önünde fıldır fıldır döner dünya, midesi bulanır

yüreğindeki kokudan.

Kardeşin kardeşe ettiğin! Kara toprak etmez adama, yılanlı

kuyular etmez Yusuf.

Kilise avlusuna kusma Yusuf, cami duvarına işeme.

Yüreğe damlayan kurşun sivil yurttaşlar yaratır.

Elli ikilik bir desteden her çektiği oğlandır Yusuf'un.

Sen artık haşhaş çizeceksin, başka ne? Gözlerin! belerte belerte

bakacaksın dünyaya, sabah akşam ölüm ezber edeceksin.

Gül yüzünde şark çıbanları, şahdamarlarında öç.

Durdurun ulan şu dünyayı, durdurun! İnecek Yusuf, durdurun!

Bursa bıçağında çiçekler açar, ay ışığı yakamozlanır kanda;

dönülmez akşamın ufkunda kolan vurur Yusuf. Hey seferi Yusuf!...
O gün kendi çapında bir Celali dağlara çıkar, bilir misiniz?

Bir gün henüz yapılmamış bir resmin bir köşesinde kırmızı bir leke
görürseniz, işte o Yusuf'tur; ince Yusuf, dalgın Yusuf, doğal Yusuf,
kanın kanla yunduğu.
Kalbi size emanet Yusuf.

KIRMA İNSAN KALBİN! YAPACAK USTASİ YOK!...

Bir Kibritin Sönüş Anı

Kimi kez bir ömür sürer; kimi kez de bin yıl öteden, en zifir
karanlığa düşer.

Bu arada unutulmasın ömür ömrün içindedir

Böylece zincirlenmiştir yaşam

Bir ömre taş atılmayagörsün

Bir anda halk çalkalanır, sallanır düzen

Her kibritin sönüş anı bir kıyametin fotoğrafı, meyhanelerde kağıt

peçetelere raptedilmiştir.

Ekmeğini ateşten çıkaran lümpen bilhassa dikkat etmelidir:

Hepsinden beterdir ihaneti ateşin, gez göz arpacık bilmez. Bir
anda bayraklaşırsın, göklerde dolaşır adın.
Bir kibritin sönüş anı kimi kez bir ömrü aydınlatır.
Kimse bilmez kim çözmüştür kördüğümü de bir gül suya düş-
müştür.

Bir lümpen bilhassa dikkat etmelidir: En iyi iletken sudur, toprak
değil.

Yol ortasında durma, her yosmaya vurulma Yusuf!

Unutma, karanlık, senin kisven ve kimsendir.

Bir yosma bir ateşböceği gibi destursuz açıklar seni. Ve sen, miri

malı tarih kitabında karanlık bir sayfa ararsın kendine.

-Ama bilirsin Üstat, kimi kez kendine ihanet etmelidir insan.

Çizgisiz Birinci Hamur Kâğıt, H5 Kurşunkalem

Her an hazır ve nazır, koyuna masanın üstünde, kara ülke
yalvaçtan, karadüşte yol arkadaştan.

(Kâğıt ancak salyasıyla yaşar kalemin; artık kâğıt kâğıt değildir,

kalem de kalem.)

Kur’an cehenneme çıkmış, bu işte Beatrice'in parmağı olmalı

Yusuf. Sen hâlâ peltek bir dille çiçek adları sayıklıyorsun Yusuf asrı

saadette.

Beatrice Sırat Köprüsü bitiminde sana nanik yapıyor ah Yusuf!

Olan olmuş bir kez Yusuf, olan olmuş, aslında neyi istediğinin ne

önemi var?

Kırılmış artık narın kabuğu, dağılmış taneler; koparılmış ham

turunç ve ısırmışsın sen onu dişlerin kamaşa kamaşa.

Olan oldu bir kez Yusuf, olan oldu; bu mutluluk tablosunun en

göze çarpan figürüsün artık sen.

Biliyorsun Yusuf, herkes kendi sicil defterini kendi doldurur, ruzi

mahşerde okunsun diye.

Sen ellerinle teslim ettin düşmana, her türlü suçla tahkim edilmiş

bu kaleyi, mazeretin yok.

Aşk budur, bir sap gelinciğin en olmadık yerde bitmesi: sonrası

malum.

Yusuf: Bir aşkta insan neyi arar?

Dante: Kendini.

Yusuf: Bir cinayette insan neyi arar?

Dante: Kendini.

Yusuf: Bir intiharda insan neyi arar?

Dante: Kendini.

Yusuf: Peki, bulabilir mi insan kendini?

Dante: Bulabilir evet, tarihin arananlar listesinde.

Bir Telefon Sesi

Döşte ölüm anında, bir kurtuluş gibi: sanki Che Guevaro'dan
gecikmiş bir terapi veya sivrisineklerin kan resitali.

Hiçbir devrim özet geçilemez, ana düşüncesi yoktur hiçbir

devrimin.

Birçok ağırkara ayrıntı alır sürükler seni çöle.

Başlar büyük ve yoğun ikilem: vaha veya çöl.

Umduğun ve bulduğun, insan aşkı içki içer gibi yaşar, zonklama

ve bulantıyla uyanır aşktan.

Kim dalında sever ki gülü?!

Birer iğretileme olmaktan çıkar Mecnun da Ferhat da.

Yalnız sen Yusuf, yalnız sen kendine benzeyen; ona kendini

veren, kendi özgürlüğünü. Sırasız Yusuf, özgeci Yusuf!

Tek nüsha basılan bu gazetenin çöl baskısında, baştan sona

sana ayrılmıştır üçüncü sayfa. Ama korkma, diller lal, gözler

âmâdır.

Moda diye zülüflerini çözmüştür arka sayfada Züleyha ve dağıtır

balını bardak bardak.

Sen bir meyhanede, hâlâ açık olan bir meyhanede bir taş

plaktan dinlersin kendi öykünü, ağlamaklı, yıkılmış.

Gözün görmez dumanı üstünde tüten Elifi henüz Elifi, salt Elifi,

ne pahasına otursa olsun ilk olan Elifi, tatlı mı tatlı Elifi görmez

gözün.

Anadüşüncesi yoktur hiçbir devrimin, insanı bir kırağıya

dönüştürür yalnız; şuraya buraya yasadışı yağarsın. Sen ne bilirsin

Yusuf!

O kadarsın, kır çiçeklerine içerik katar, zamansız telefonlara

uyanırsın.

Çöz bu sorunu Yusuf, çöz: Münkir de sensin, Nekir de: Bu bir lisanı

hafidir ki, yalnız sen bilirsin.

Elif Elif! Anlasan a bu bir devrim; kan revan! içinde ol ki olasın.
Hiçbir devrim özet geçilemez Yusuf, baş alır baş yitirirsin.
Ve hiçbir devrim mutlu sonla bitmemiştir.

HİÇBİR GERÇEK AŞK MUTLU SONLA BİTMEMİŞTİR!

XXX/. "SU" GÜNLÜĞÜ

Civar, 28.01.2002
Her şeyin böyle olacağını biliyorduk.
Böyle olmasını istemiyorduk ama.
Zaten her şey durduk yerde böyle olmadı.
Buna neden bizdik;

biz,

kendimize bile başkaldıracak kadar asiydik.
Aslında her şey birtakım imgeler uğruna yaşandı.
imge, tanrısaldı kuşkusuz;

o nedenle de engellenemez biçimde ele geçirmişti bizi.
Hep olduğu ve yaşandığı gibi düşlerdeki suyu arıyorduk.
Su, aslında belki yoktu; biz bunu sezmiyor değildik.
Ne var ki, aramak, bulmaktan daha değerliydi.

Civar, 22 Ağustos 2002

Şunu da yazayım kara tarih defterine:

Sorun yolda olmak,

yolu bulmak,

yolda sınanmak değildi.

Sorun cinsimizdi, insan kalıbında dökülmüş olmak.

Unutkandık, mühürlü.

Hürdük, hürlük sığ sularda derin dalmak.

Zamandı, zamanın bize zar attığı.

Bak, bunu da gördük:

Belleğin bellemek olmadığını, sivrisinek caz.
Da dahası da var:

gitmek yorgunluktur, gitmek üstlenmek işlenmiş

işlenecek bütün cinayetleri

Hep bir asrileşmek sancısı sevişirken bile
Dahası yok,
belki var:

sen ararsın o,
yoktur.

Sen ararsın, sicili temiz olanların iğvasıyla:

O, var mıdır;

belki vardır bir koğuş nöbetinde siyah beyaz.

Belki vardır, bir garsonun o kalmadı şunu verelim tarzında.

Ama yok, yok'tur; rakıyı buzla İçmek zorunda değilim.

Seni seviyorum,

ama benim sevmem sevmek midir?

Hadi duralım; ay da var ve tanımlanmış,

ile'yle yoklanan.

Ya da sen yoksun kim var,

yoldasın varsayalım; hep yoldasın.

Ama yol yol mudur, anasonun genizleri yaktığı.

Her şeyi bırak; insana, dur demelisin.

Dersin, ama insan insan mıdır,

insanın ne olduğu?

Neyle, bir karanfilin eskil sesi.
Durup suçun tanımım yapmalı;

yapmalı da, suç insanın ta kendisi;

yani yokta var var, varda var için kartları görmeliyiz.

Sen osun.

kendin;

hadi sor!

Kendini bilmek için kendini bil demiş asiler, alınlıklarda.

Diyelim ki bildimi,

bilir miyim kendimi, kendim pahasına.

Aradım ve buldum:

Asla bulamayacağımı.

Civar, 23 Ağustos 2002

Son yok elbette. Başlangıç neredeyse orada Su ve dirim;

giz.

Civar, 25 Eylül 2002
Diyeceğimi buldum.
Sandım.

Kendimden soğumak pahasına kandım kendime.
Maya.
Gelin tiye alalım bu acıyı, sindirenim alışmak yerine.

Civar, 28 Eylül 2002
Ben şunu sezdim: Her şeyin bir sınırı olduğu.
Ve sınıra çoktan erildiği.
Gerisi, don baba dönelim, döngel tarlası.
Biz sudan arakladık kendimizi,
mavi ve şeffaflık başta;

tuzluyduk içine karanfil basılmış.

Şimdi de şeffafız da arkası sırlı.

Sır, sırrı ifşa etti; kendimi sende aradığım bundan:

Sırım var, sırrım yok.
Ben şunu sezdim:

Seni karşıma aldığım, yani kendimi.
Buluttun yağdın; suya kim kem der!
Yağdın da gülüm ter;

buluttun beni buldun ikide bir kaç kez var:

Mutluluk akla eşit değildir,

bir çıkarmak gerek.

Ben birim, sen birsin, o bir mi?

Ben şunu sezdim:

Körebe oynayan bir Ortadoğulu, ne zaman elma der,

aklın paralel olduğu.

Bak Ergenekon sudur, Ramayana, İsa, Musa, Yusuf: Su. Ve Nuh.

Sudur, hem gecemizi hem aydınlığımızı çoğaltır;

her çıtırtımızda eli tetikte.

Ferhat külüngünü vücudumda dener,

çünkü aradığı kendi güpegündüz gepegenç bende su.

Ben her şeyi karşıtıyla açıklarım: Us, su.

Duralım ve marşlar söyleyelim:

İnsandan insanı çıkarırsan kalan insandır.

Ama yolda,

ama yol kaçkını,

ama yol kıyısında,

ama yoldan çıkmış.

Bütün anlamların sınırında nöbet tutuyorum,

bütün yollar bana çıkar.

Birde bir var, abartılı; ben son nöbetçiyim.

Genç kızlar beni göremez düşlerinde;

çünkü içlerinde iç yok.

Onlar salt sudur,

su kendini bilmez.

Genç kızlar düşlerinde beni göremez,

ben öteyim.

Öte, suyun ötesi, dirim değil giz.

Suçu ben tanımlamadım; aklı, mantığı ben tanımlamadım,

yolu yordamı da.

Var'da yok var; yok'ta var yok.

Genç kızlar işte bunu bilmez,

var'da da yok'ta da var'ı arar.

Su'yu bilmez, gül'ü bilmez, giz'i bilmez, ben'i ve öte 'yi bilmez.

Onlar ölüm'de bile dirim'i arar.

Genç kızlar beni düşte göremez.

Genç kızlar benim bir sınırı beklediğimi bilemez.

Erken kalkanla yola düşme, erken varır;

der kara tarih defterinde.

Şimdi sicilleri temizleme vakti,

su temiz mi ki?

Kimse kendinden kaçamaz,

kendine erdin mi ki?

Ben kendimle yaşamayı seçtim yosunlu kaya kovuklarında.

Sudan su damıtıp biçimledim karşıtımı diye diye,

kendimle kendim.

Ölümde ölüm aradığım doğru, bende seni, sende beni.

Suçu ben adlandırmadım, aşkı da.

Suçlu, güle "gül" diyendir usu yolda ekip.

Aşk çamurlara düşse ne eksilir?

Çün, çamur sudur kara tarih defterinde.

Civar, 10 Ekim 2002

Ben seni senden siliyorum.

Sen bendeki ekim ayısın.

Durduk yerde rüzgâr.

Rüzgârın çoğul sesi durduk yerde.

Ekim.

Susabilirsin, elinden gelirse;

ki gelmeli:

Ben, seni senden biliyorum:

Çoğul.

Yol yokuş, biliyorum.
Yokuşsa iniştir, biliyorum.
Duvarın üstünde sırça saksı;

saksıda sen,

seni senden biliyorum.
Düşümde kara göğ,
fırtına ve kasvet;

ve kasvette sen,

seni sende biliyorum.

Çoğul anlam, yokuş yol, yolda gül.

Sapalarda yol alıyorum,

yolu bilmiyorum;

gülü bilmiyorum,
gülde seni arıyorum,
gülü bilmiyorum:

Sende beni biliyorum.

Ovar, 15 Ekim 2002
Ben bir şey gördüm ekimde: Durup yokuş çıkalım,
ben bir şey gördüm adı olmayanın adı var hep tik tak tik tak.
Ben bir şey gördüm ekimde, yediveren suç alı al sulu;

siz parmak izinden saptarsınız eylülü,

ben ekimde bir şey gördüm eski Roma'dan, Osmanlı'dan Celali öncesi.

Ben bir şey gördüm, desem de,

inanılmaz ki iki rekat namaz kılmadan istihare,

Celali'den önce: Varidat: Tik tak tik tak...

Düşüm yok artık,

ama gördüğüm bir şey var siyah beyaz;

durup yokuş çıkalım; n'olur yokuş çıkalım,

tik tak tik tak.

Gel ey Büyük Çağ, kendiyle tanımlı.

Ben bir şey gördüm, ekimde.

Ben bir şey anladım:

Soğudun biliyorum, kızartmadan artan yağ gibi soğudun.
Telvesin, kare as'ın yanındaki işlevsiz kâğıt, biliyorum.

Ben bir şey anladım,

yıkılmış bir Duvarın altında kırılmış tomurcuk gül.

Ben bir şey anladım:

Deniz koktu.

Tuz kokarsa, n 'ol ur yokuş çıkalım;

ben bir şey anladım ihtiyar Balıkçı,

su kokarsa sesi dinle, dinle Sesi, su konuşur koksa da.

Ben bir şey anladım,

ölüm yaşlanmaz, ateş yaşlanmaz, su yaşlanmaz ve umut.

Durduk...

Durabiliriz.

Kendimizi ele vermeye engel değil.

Durduk, durabiliriz.

Oyalanabiliriz bengisu dudaklarında o kızılca kıyamet sevgilinin;

dişleyip parçalayabiliriz o dudakları;

duralım ve parçalayalım;

durmayalım, mağaralarda BİZ.

Duralım, bizim de bir öykümüz var, diyelim.
Diyelim ki, BİZ, imla bilmeyiz;

kararız kâğıttan ne gelirse o biz;

faill değil fiiliz.

Dururuz, sakıncası yoksa:

ama biz karmadık kâğıtları;

zaten biz, imla bilmeyiz.

Belki biliriz, ama garson Rus ruleti oynamaz,

sakıncası yoksa.

Biliriz de Bedrettin'iz, garson değiliz;

sicilimiz...

Durduk...

Durabiliriz: taktik tik tak.

Ben şunu sezdim, durduk yerde.

17 Ekim 2002
Ben bir şey gördüm Su’da,
herkesin gördüğü;

'ben' değil.

Ben bir şey gördüm suda,

gördüğüm kördüğüm, bağışla zakkum.

Alfa, beta; elif, be, cebir problemleri,

Harezmî; Harzemşahlar, işte onlar,

şeceremde, bir var bir yok şeceremde Harzemşahlar

su'yu Musa'dan, İsa'dan, Muhammet'ten bilirler,

sonra benden ilk Amerika.

Ben bir şey duydum Su'da, yedi iklim altı kıta;

adı konmamış konamayacak,

yankısı bizden sonraya ben bir şey duydum:

Yitik betik.

Bu betik yitik,

ben bir şey duydum suda.

Civar, 22 Ekim2002
Su deyince su:

Etif, Şirin, Züleyha.

Takmaadlar takındım, çiftçiden, çelikten, anneden.

Su, deyince Su, bileğimden aktığı.

Geceleyin su derin mi derin, insanın doyamadığı.

Su deyince ince eleklerden,

belleğimizde esmerliği, tanışıklığı, yokluğu;

tarihin akışı foto grafik incirden üzüme,
Leonarda'dan Hezarfen Ahmet'e.
Su deyince Mehmet, Fatih, Sultan;

Ceneviz, Venedik, Gotlar, Vizigotlar, Vikingler
ve atalarım benim Ergenekon kaçkınları.
Ben bir şey gördüm suda, adı lazım değil.
Suyu arayan, suda duran takmaadlar takındım;

evette hayır, hayırda serap gördüm ben: Suda.

Civar, 24. Ekim 2002
Deryayı bilip de kıyılarda balık ölüleri.
Sen her şeyi bilirsin, der kara tarih defterinde
Hiçbir şey bitmediğinden vara yoğa.
Hâlâ ekim, inanmazsınız hâlâ ekim, yoğunlaştığı
Yoğunlaştığı gülün, suyun, bunun.
Deryayı bilip de yüreklerde tortulaştığı suyun.
Ekim de ekimmiş hani, adım başı balık ölüleri.

Ben şunu gördüm ekimde yuvarlacık.

Civar, 08 Kasım 2002
Ben derin yaşarım yaşamadıklarımı
Kırağıda taptaze ölüler.
Ben hep yaşarım hiç yaşamadıklarımı
Soru sorar yanıtlar alırım tarihe,
Soru sorar yanıtlar umarım herkes gibi.
Ben ne Ziusudra ne de Gılgamış'ım, belki Enlill:

Soru sorar, yanıtlar umarım kendimden.
Kendim: Su.

Dilim dönmez daha yaşama, ölüme
Yer yok ki bende bana:

Ben benden önce, benden sonrayım;

Yani var'a, yok'a.

Yedi iklim altı kıta, bir de ben.

Size bir şey demiyorum, sizin bildiğiniz.

Size bir şey demiyorum, inanın bana.

Bir şey demiyorum; Ortaçağ nöbetinde.

Civar, 16 Kasım 2002
En evvel su yoktu, olsaydı rakı da olurdu
Ama yoktu.
Su, anasonun keşfiyledir.

Civar, 17 Kasım 2002
Ben, ben olsaydım şöyle derdim:

Su, iki yarımın birbirine boşaldığı.

Ben onda, onlarda oldum; onlar bende yok.

Der ki kutsal kitap: Bir damladan oldun sen.

Ama olmadım hâlâ ben.

Boşalttım bana bağışlanan beni,

Kimsede bir şey olmadı.

Kimse bir şey olmadı, hiçbir şey olmadı.

Şu var: Kadın kendine boşalır su.

Var ya, hâlâ her yanım su.

Civar, 20 Kasım 2002
Her şeyin bir belleği vardır, suyun yok
Ben onda su, o bende su: su'da yok su
Direnir Filistin su, savaşır Ortadoğu su
Kim tutmuş başlarım su: Kin tutmuş yosun
Buza yazılmış nice şiir su, gökten yerden su

Civar, 25 Kasım 2002
Esrik su. Kendinden su. Yolcu su. Kuran
Ve yıkan su. Su her şeyi yıkar, kendini değil
Neyi yıkar kiri su? Ey suçsuz su!

Civar, 19 Aralık 2002
İnsandan insana, satırdan satıra azala azala
Ben de geldim gidiyorum, herkes gibi bende su


Üyelik Menü
Üye adı :
Şifre :
Üye olun
Şifremi Unuttum

Arama Motoru



Anket


Bu site sizce nasıl olmuş ?

Çok güzel
Güzel
Normal
Biraz kötü
Çok kötü



Müzik Player

Hava Durumu
ISTANBUL

Anasayfa İletişim

Yorumlar

İzleyici Neye Bakıyor?